Elbet biz de yaşadık buram buram aşk kokularının sarhoşluğunu. Benden özge kimin kalbi burum burum burulmuştur. Kim bilir? Kim bilir inadına yağmur altında yürürken, Erdoğan Alkan’ın şiirini yüreğine nakşetmiştir? Kimbilir, benden özge kim Cemil Demirsipahi’nin bestesiyle empatilerin en kralına, en şahikasına yücelmiştir?
“Fakir bir şairim ama
Yüreğim zengin ah canım
Gönül ferman dinlemiyor
Serde gençlik var sultanım
Yağmur üstüme üstüme
Varsın yağsın küçük hanım
Ben yağmurdan, yaştan değil
Aşkından sırılsıklamım
Bu gönül sevda pınarı
Suyu sebildir ah canım
Her geçen bir yudum aldı
Sen hepsini iç sultanım
……
On altı, on yedi yaşlarında ben empati yapmayım da kimler yapsın: Fakir bir şair, gönlüm zengin diye züğürt tesellisi, aşkından sırılsıklam olmak… Gönlüm ne bir öğüt, ne bir ferman dinlemesin. Açabilsem göğsümü, yağsa nisan yağmuru buram burum. Acep söner mi bacayı saran yangın?
Tuzla’da evimin yanında bir lise var. Sürekli oturduğum, modern inziva odasının penceresi Çakıroğlu adında küçük sokağa bakıyor. Öğrenciler bu sokağa kaçamak yapar, sigara içerler. Kimileri de kız - oğlan dersi kırıp sokağın tretuvarda oturup, elleri ellerinde samanlığı seyran ederler.
Hani kabuslar vardır. Bağırırsınız, bağırırsınız, sesiniz çıkmaz. Öylesine bağırmak istiyorum. Ama sesim içime akıyor:
“Hey gençler! Hey sevgililer! Serde gençliğiniz varken, duygularınıza ne ferman, ne fermuar çekin. Yaşayın yaşayabildiğiniz kadar. Şiir yazın, şiir okuyun, şarkı, türkü söyleyin. Saf ve temiz. Ancak, bir birinizin canına okumayın.
Siz benim unutamadığıma bakmayınız. Gün gelecek. “Yağmur üstümü üstüme üstüme varsın yağsın küçük hanım” diyen şarkıları unutacaksınız
Rahmetli Bekir Sıtkı Erdoğan, yakınında bulunduğum, birlikte seyahat ettiğim, aynı programlara katıldığım büyüğüm, ustamdı. Bir şiirinde yağmurda unutulan şarkıyı söylemişti. Belki de mecaz yollarında kendisini anlatıyordu:
“Önce bir yağmur bir yağmur iki gözüm
Önce ıpıslak iki kuş
Sonra yıkılmış evrenler geçti vitrinlerden
Sonra insanlar iki gözüm
İnsanlar
Kahrolmuş
Islak senaryolar üstüne ta iç boşluktan
Boyut boyut yalnızlıklar ağıyordu
Öksüz anılar üstüne iki gözüm
Kırkikindiler üstüne
Kuşkulu bir yağmur yağıyordu
İkişer üçer yitiriyordum seni kavşaklarda
Yollar ayak bileklerime dolanıyordu hep
Taş taş çöküyordu en kutsal yapılar
Yüzler karanlıktı iki gözüm
Düşünceler dar
Bir geçit bulamıyordum sana
Ellerim yordamlarını yitirmişti üstelik
Hep yabancıydı çaldığım kapılar
Oysaki son çağrımdı bu ta can köşemden
Oysa yürek yürek son yeşermemdi
Çağ çağ, kanat kanat, sevgi, ışık, nur
Ah sonra o yağmur iki gözüm
Ah sonra o
Yağmur
Şimdi,
En kırık vaktidir uzak imbatların
Öykümüzün en yaralı yerinden
Damlar yüreğime ılık bir sızı
Sonra birden duyar gibi olurum
Hoyrat yağmurlar altında
Martı çığlıklarına karışıp giden
Çocuksu şarkımızı…”
Gözlerim yağmur tanelerinde. Burnum toprak kokusunun özleminde. Ancak bahçe duvarının kenarında biraz toprak ve yeşillik var. Susamış, sindire sindire emiyorlar. Göz kapaklarımda bir ağırlık. Saatin tik taklarını duyuyorum. Ahmet Hamdi Tanpınar’ı hatırlamaya çalışıyorum:
“Uyu! Gözlerinde renksiz bir perde,
Bir parça uzaklaş kederlerinden.
Bir ruh gülümsüyor gibi derinden,
Mehtabın ördüğü saatler nerde?
Varsın bahçelerde rüzgâr gezinsin,
Yağmur ince ince toprağa sinsin,
Bir başka âlemden gelmiş gibisin,
Dalmış gözlerinle pencerelerde.”
Bu yaşa geldim ama, dudaklarıyla dudakların yüzölçümünü ölçenleri görmemiştim. Sunay Akın anlatıyordu. Ben onun yalancısıyım:
“… anımsar mısın bilmem / yağmurun bardaktan boşanırcasına yağdığı o günü / hani şemsiyeyi iyice çekip başımıza / dudaklarımla hesaplamıştım / yüzölçümünü…”
Ya işte böyle. Elde neler var? Heyy yavrum hey. Daha benim yaşayamadıklarımdan neler neler var. Bakın şu Ümit Yaşar’ın yaptığına:
“Hava kararmıştı / yağmur yağıyordu / dudakları sımsıcaktı / elleri üşüyordu / bir öptüm / bir daha öptüm / kimseler görmedi öpüştüğümüzü / yağmurdan başka / iki gözüm çıksın / şimdi ne zaman yağmur yağsa / utanıyorum…”
Oysa bundan güzel ne var? Allah utanacak şey yaşatmasın. Sözü dolaştırıp dolaştırıp bir köşesine kendi şiirimi ekleyip hava atacaktım. Ama gevezeliğimden yer kalmadı. Onu yarın yazacağım. Nisan suyu toplama geleneğinin içine sıkıştırıveririm.
Şimdilik Cahit Sıtkı Tarancı’nın şiiriyle kendimi tatlı bir kestirmenin kucağına bırakayım:
“Dışarda yağmur yağadursun
Ve içerdeyse bütün eşyan
Esneyip senin gibi her an
Pencerelerden bakadursun
Dışarda yağmur yağadursun
Ve yağmur gibi sonsuz olan
Gözyaşların ve sayıklaman
Camlarda halka halka dursun
Dışarda yağmur yağadursun
Ve zaman yavrum, zaman
Da yağmur gibi oluklardan
Ve ellerinden akadursun.”