Çocukluğumun geçtiği yörede güllacı bilmezdik. Yatılı okuduğum yıllarda da güllaç çıkmazdı. İstanbul’a geldiğim zaman ramazan aylarında güllacı vitrinlerde gördüm. Kaç yıl sonra tattım hatırlamıyorum. Sulu ve cıvık ne varsa, insan olsun, nesne olsun sevmem. Vitrinde gördüğüm güllaç tepsilerinin tabanında toplanmış sütü, tabakta tatlıyı görünce sulu ve cıvık algısı ile almak ve tatmak istemedim.
Bir davette güllaçla yakın planda karşı karşıya geldim. İşte o zaman niçin güllaç dediklerini anladım. Gül kokusu beni hatta ruhumu kendine doğru mıknatıs gibi çekiyordu. Oldum olası gül kokusuna meftunum. Yaz tatillerinde baba ocağına gittiğimde, evimize giden yolun bir köşesinde, gül ağacının olduğu küçük bahçe vardı. Geçerken gül kokusunu içime çekerdim. Tekrar tekrar geçip gülü koklamak isterdim ama, küçük yerdir. Yanlış anlaşılır diye korkar çekinirdim.
Güllaçla hemhal oluşum, o davette başladı. Soğuk süt, gül kokulu kat kat güllaç, aralarında kavrulmuş fındık parçacıkları, üzerinde çekilmiş Antep fıstığı kümeleri bir çilek, vişne, karadut, ahududu, kaysı evde ne varsa… Eğer tazesi yoksa bir çay kaşığı reçel.
Bizde bir deyim var: “Ayıptır söylemesi,” derler. Ayıpsa niçin söylüyorsun, be kardeşim, der de gülerim. Hem niçin ayıp olsun?
Geride bıraktığımız, ramazanın başıydı. Marketlerde ham güllaç paketleri beni tahrik ediyordu. Evde süt vardı, Isparta’dan arkadaşlarım Sadi Kahyaoğlu ve Şevket Karahan’ın gönderdiği gül suyu durup duruyordu. Şeker, vanilya ve kuruyemişler eksik olmazdı. En önemlisi eşim Sabahat da evde yoktu. Olsaydı “zinhar!” derdi. Yani “sakın ola ki, kesinlikle, hiçbir zaman, asla,” der de başka bir şey demezdi. 300 gramlık bir paket aldım. Ne bileyim bunun iki litre sütü çekip üç kilograma yakın tatlı olacağını?
Pilavdan dönenin kaşığı kırılsın. Her ne halse gereğini yaptım. Koca bir tepsi, konu komşu derken, bir hafta boyunca kimi gizli, kimi açık, Nasrettin Hoca’nın dediği gibi, içimden “Ya Rab ya midemi geniştir, ya Nail’imi yetiştir!” diyerek güllacın hakkını verdim. Aramızda kalsın, bana yasaklayan Sabahat, benden çoğunu götürdü.
İki hafta önceydi. Ramazanı uğurlama haftasına erişmiştik. Beni şeytan dürtmeye başladı. Saat başı güllaçtan söz etmeye başladım. Dağlarda, taşlarda nefes vardı, bizim Sabahat’ta çıt yoktu. Boynumu büküp en yürek sızlatıcı bakışımı gözlerine çevirdim:
“Hiç olmazsa 100 gramlık paketlerden bir tane al, şekeri belli belirsiz atarız,” dedim ama Nafile. Bana şekerin yasaklığı, sanki infaz kanunuydu, Sabahat’da gardiyanım.
“Yassakk!” diyor.
Aslında bende numara bitmez. Yürek sızlatan boynu bükük bakışımı, hüznün bir alt tonu ile nemlendirdim. Sesimin direksiyonunu hıçkırık vahasına kırıp titrettim:
“Bak ha hatun,” dedim. “Yarın dizlerini döver döver döver, ah! Keşke yaşasaydı da, Ona her gün güllaç yapsaydım, dersin ama ben artık olamayacağım.”
Biliyorum, bu numara her zaman tutar, benim sulu göz karım dayanamaz ağlamaya başlardı. Ama hiç öyle olmadı. Öyle bir “Hayır,” ne olursan ol, bu eve Güllaç girmeyecek!” hükmünü verdi. Noktasını ben koydum. Sanki başıma gaddar hakimin tokmağı indi.
Ben bir kazak erkeğim. Eyvallah mı edeceğim? Bilmem erkekliğe ne sürdürecek halim yok ya!”
Kabadayı, külhanbeyi kisveme giriverdim:
“addi canım sende, senden güllaç isteyen kim? Ben seninle dalgamı geçtim,” dedim.
Ne oldu biliyor musunuz? Güllaç rüyama girdi. O mahkûm, Sabahat savcı, ben kel hakim olmuşum. Onu suçlayanlar ve masum olduğunu anlatan tanıklar var. Ben de yarı uykulu onları dinliyorum:
“Güllaç ne ki hakim bey, iyi bir şey olsa ramazandan ramazana değil her gün yenilir.”
“Hakim Bey güllaç sevmeyen insanlığını yitirmiştir. İçinde zerre kadar aşk parçacığı kalmamıştır. Selam dahi verilmez.”
“Güllaç ne be yav. Sütlü a4 kâğıdı.”
“İtiraz ediyorum Hâkim Bey, güllaç kağıt veya peçete değildir. Güllaç gelmiş, geçmiş en iyi tatlı. Param olsa en az elli sayfa yerim.”
“Hakim bey, bu şavalak tatlıyı ne bilir? Bizim orda havuç rendesini şekerle kaynatıp, macunlaştırarak bir tatlı yaparlar ki, yeme de yanında yat. “
“Benim fikrim gibisi yok. Güllacı seven yesin, sevmeyen yemesin. Bu dava burada bitsin.”
“Hayır!. Sütlü peçete diyenlere inat güllacı savunacağım. Güllaç seviyoruz, beğenerek yiyoruz. Alışın artık”
Bir tanık çıktı ki, ifadesi Savcı Sabahat’ı bile güldürdü:
“Güllaç sevmeyen kişi, tavuk pilav yanına turşu istemez. Kuru fasulyeye acı katmaz, karpuz peynir ikilisini denememiştir. Ayran simit nedir bilmez. Kahveyi çok şekerli içer, karnıyarıkla cacık değil kola içir. Patates kızartmasının yanına ketçap mayonez ister. Diğer soslardan haberi yoktur. “
“Güllaç davası ne zaman bitecek hakim bey? Daha önemli şeyler var. Pastane pidesi mi, fırın pidesi mi?”
Artık dayanamadım. Tokmağı indirdim masaya:
“Şu güllacın yakasından bin düşün laan!” diye gürleyip bağırdım. “Ne alıp vermediğiniz var şu gariban tatlıyla? Güllaç sevmeyen yallah gitsin yaylaya! Yaz kızım üstüne tarihi at, yaz güllaca beraat!”