Çıkıp gitmeyen ne ki yaşantımızdan. Elbet çark-ı felek döner döner yine gelir. Ama geleni görebilir miyiz? Şu Kayseri türküsünü biliyorum sizler de bencileyin seversiniz: “Zalim felek değirmenin döndü mü / Bağın bahçen sular ile doldu mu / Ben yaparım sen yıkarsın bendimi / Döne döne nöbet bize geldi mi?”
Kuşkusuz yine eylüller gelecek. Nöbet bize çıkar mı, bilemeyiz. İyi şeyler düşünmenin vaktidir
Mustafa Necati Karaer, “Eylül Sofrasında Aşk”ı anlatırken bir başka esriklik içine giriyor:
“ …..
Şarabımsın, ekmeğimsin, düşümsün
Geceler boyu sarhoşum,
Akşam üzerleri gülüşümsün.
Eylül sofrasında oturmuşum
Sarhoşum, sarhoşum, sarhoşum.........”
Anadolu insanının çok işi var sonbaharlarda. Üzümler toplanacak, pekmez kazanları kurulacak, erişteler kesilecek, kuskus çevrilecek, bulgur çekilecek. Dahası mı? Uzaktan uzağa davulun, zurnanın sesi duyulacak.
Mustafa Necati Karaer, eylül sofrasında “sarhoşum” diyor. Yalnız o mu? Behçet Kemal Çağlar, diğer adıyla Ankaralı Aşık Ömer de Ürgüp’te bağ bozumu zamanı herkesi, her nesneyi sarhoş görüyor. Hep birkaç dörtlüğünü almışımdır. Bugün şiirin bütününü ekleyeceğim:
“Çek git dedim sana gel git mi dedim?
Sesimi mi içti kulağın sarhoş,
Ne bu dolanışın kapımda benim?
Üzüm mü çiğnedi ayağın sarhoş.
Var ise aklını bağda yitirdin,
Yerine bir salkım üzüm getirdin.
Su yerine şaraba mı batırdın?
Saçın darmadağın, tarağın sarhoş.
Başın duman seçemezsin yüzümü,
Aman gözüm sanıp sevme üzümü.
Geldi gönlümdeki bağın bozumu
Onu tadamazsın damağın sarhoş.
Üzümün üstünde kızlar tepinir
Karlı baş içinde yazlar tepinir
Gönlüm de, göğsüm de sızlar tepinir
Meyvan sarhoş olmuş tabağın sarhoş.
Ürgüp tepeleri baca bacadır
Tütüyor derdinle kaç yüz gecedir
Derse ki Aşk derdi benden yücedir
Kusuruna bakma çırağın sarhoş.
Gerçi gönlüm kafesinden yekindi
Islaktır uçamaz şarap dökündü
Aman alnı sabah gözü ikindi
Serinliğin sarhoş, sıcağın sarhoş.
Şarap tütsüsüyle yıkanır yamaç
Işığı içmiş ve sızıvermiş saç
Rüzgârı içmiş te sallanır ağaç
Göğün sarhoş olmuş, toprağın sarhoş.
Emzirsin süt diye şarap analar
Şarap göllerine insin turnalar
İçsin de sahipsiz çalsın zurnalar
Davulun sarhoştur, tokmağın sarhoş.
Şarap rengi tepelere bak hele
Hora tepecekler verip elele
Odan sallanırsa sanma zelzele
Döşemen, tavanın, konağın sarhoş.
Tanrım, aman Tanrım bu nasıl yerdir?
Senin ayık kalman bile hünerdir
Aşık Ömer bile sarhoş Ömer'dir
Yürü yolun sarhoş, durağın sarhoş...”
Musikimizden sonbaharı dışlayabilir miyiz? Hüzün ve melankoli duyguları, sonbahar motifleri ile yer almış. Anılarla dolu bir ruh derinliğinin tadını bu şarkılarda bulmaktayız:
“Kalbim yine üzgün, seni andım da derinden,
Geçtim yine dün eski hazan bahçelerinden!”
Yahya Kemal’in şiirini, Selâhattin Pınar “bayatî” makamında bestelemiş.
Eylül, Mehmet Rauf’un romanını hatırlatır bana. Arthur Rımbaut “O tatlı eylül akşamları, yol kıyısına/ Çöküp kulak veriyorum yıldızların sesine” diyor.
Atilla İlhan başka duygular içinde: “Oysa ben akşam olmuşum / yapraklarım dökülüyor / usul usul/ adım sonbahar.”
Yahya Akengin’in “Eylül Kuşatması”nda kendi iç dünyamızla bir halleşme var. Şiirin ilk kıtası şöyle:
“Ben hatırlarım hep, hatırlamalı insan,
Renklerin ilk rengini, rüzgârın ilk uğultusunu
Daima bir tutam eylül çıkar geçmiş zamanlardan,
Sarışın bir hüzünle gülümser eylüllerin sonu ....”
Elbette, kopan dalı geri tutturmak mümkün değil. Sarıyı yeşile çevirmeye gücümüz yetmez. Hanım şairlerimizden Nermin Pakyüz ne güzel söylüyor:
“Sana bir gün seslenirsem gelme sakın
Ezik çağrıların ne önemi var.
Bir kez gölge düştü yollarımıza
Çekip getiremeyiz artık güneşi;
Eylül girdi yaşantımıza. ...”
Evet eylül girdi yaşantımıza. Bunu ekim, kasım izleyecek. Uzun bir kış bizi bekliyor. Umarsız gideceğiz. Ancak, şairin dediği gibi, korkumuz; gidip de gelmemekten, gelip de görmemekten.