Sarıkamış harekâtı Türklerin ağır yenilgisiyle sona ermişti. Onbeş gün süren savaşın sonucunda, İçinde general ve subayların da bulunduğu yedi bin asker esir düşmüştü. Bu savaştan 12 bin asker sağ kurtulmuştu.
Savaşa katılan yüz yirmi bin askerden bu rakam düşülünce, Sarıkamış harekatında yüz bir bin kişi kayıptı. Bunlardan kaçı salgın hastalıklardan, kaçı çatışmalardan kaçı donarak şehit olmuştur. Yine bu rakamın içinde kaç firar vardı? Bilinmemektedir. Tahminler ve anılar farklı rakamları yansıtmaktadır.
Sarıkamış bozgunundan kurtulan çoğu yaralı 12 bin asker, Erzurum’a ve çevre ilçelere getirildi. Ancak askerlerde bir tuhaflık vardı. Yüksek ateş, kaşıntı ve mide bulantısı görülüyor, vücut aniden bitleniyordu. Bu bitlerin neden olduğu hastalık, tarih boyunca orduları yiyip bitiren tifüs hastalığıydı. Sarıkamış’ta donmaktan kurtulan askerler, bu kez tifüs salgınından ölüyorlardı.
Alay Müftüsü Nüsret Efendi'nin anılarında şu satırlar yer almıştı: “...Harbin bu safhası pek ıstıraplı, elemli cereyan etmişti. Çünkü bir taraftan halkın inkisar-ı hayale (hayal kırıklığna) uğraması, tifo, tifüs, humma-i racia (dönüşümlü humma) gibi salgın, müstevli hastalıkların bütün şiddeti ile icra-i hüküm etmesi, ordunun bir Rus Ordusundan endişesi avam ve havvası dilhiraş bir vaziyete getirmiş, herkes zafer-istikbalden nevmid kalmıştı. Bu sarsıntıdan mütevellit cezr ve metler tamam üç ay imtidat(sürdü) etti.....”
Arkasında binlerce kefensiz kar çiçeği bırakarak İstanbul’a gelen Enver Paşa’nın İstanbul’a vardığında yaptığı ilk iş, Sarıkamış Bozgunu ile ilgili haberlere yasak getirmek oldu. Faciayla ilgili bilgiler Ruslar tarafından Avrupa ve Dünya’ya yayılmıştı. Bu facia ile ilgili bir sohbet sırasında Enver Paşa, Harbiye Nezareti Ordu Daire Başkanı Behiç Bey’e şöyle söylemişti: : “Bunlar nasıl olsa bir gün ölecek değiller miydi!”
Rus Kurmay Başkanı Pietroroviç, anılarında Sarıkamış’a kavuşan o bir avuç kahramanı söyle anlatmıştı:
“İlk sırada diz çökmüş beş kahraman. Omuz çukurlarına yasladıkları mavzerleri ile nişan almışlar. Tetiğe asılmak üzereler. Ama asılamamışlar. Kaput yakaları, Allah’ın rahmetini o civan delikanlıların yüreklerine akıtabilmek istercesine semaya dikilmiş, kaskatı... Hele bıyıkları, hele hele bıyıkları ve sakalları! Her biri birer fütuhat oku gibi çelik misal. Ya gözler?.. Dinmiş olmasına rağmen şu kahredici tipinin bile örtüp kapatamadığı gözleri!.. Apaçık!.. Tabiata da, başkumandana da, karşısındaki düşmana da isyan eden ama Allah’ına teslimiyetle bakan gözler... Açık, vallahi apaçık!..
İkinci sırada öyle bir manzara ki, hiçbir heykeltraş benzerini yapmayı başaramamıştır. O ürkütücü ayaza rağmen, sağlarında fişekleri debelenerek üzerlerinden atmaya tenezzül etmemiş iki katırın yanında başları semaya dönük, altı masal güzeli Mehmed... Sandıkları bir avuçlamışlar ki, hayatı biz ancak böyle bir hırsla avuçlayıvermişizdir. Öylesine kaskatı kesilmişler.
Ve sağ başta binbaşı Mustafa Nihat. Ayakta... Yarabbi, bu bir ayakta duruştur ki, karşısında düşmanı da, kâfiri de, lanetlisi de Allah’ın huzurunda diz çöküş halinde gibi. Endamı, düşmanı dize getiren bir tekbir velvelesi gibi. Belinde, fişeklerinin yuvalarını tipi ile kapatmaya bütün gece düşen kar bile razı olmamış. Sol eli boynundaki dürbünü kavramış. Havada donmuş, Kale sancağı gibi... Diğer eli belli ki, semaya uzanıp rahmet dilerken öylesine taşlaşmış. Hayrettir, başı açık. Gür erkek kömür karası saçları beyaza bulanmış...”
Ve Moskova’daki askeri müzede sergilenen bu satırların sonu şöyle biter: “Allahuekber Dağları’ndaki Türk müfrezesini esir alamadım. Bizden çok evvel Allah’larına teslim olmuşlardı. 24.12.1914 Perşembe.”
Yarın son yazımda “Yangınlar da üşür Sarıkamış’ta” diyecek, bir de klip ekleyeceğim.