Bir nisan ayının sonlarıydı, bir sabah, telefonum çaldı erkenden. Baktım, annemin yardımcısı Nilüfer arıyor, hemen açtım. “abla, annem ayağa kalkamıyor” dedi. Sol yanına felç inmişti annemin. O yaz hep annemin tedavisiyle meşgul olduk. Hastaneye yatmalar, çıkmalar, tekrar yatmalar. Taburcu olup eve geldikten birkaç saat sonra ambulansla tekrar hastaneye gitmeler, acil servislerde sabahlamalar. Hepimiz için zor günlerdi.

Duygusal olarak en çok babam etkilenmişti. Annem onun yaşama gücüydü çünkü. Babam doğduktan üç gün sonra doğmuştu annem. İki güzel, iki iyi çocuktular. Birbirleri için, ortak bir ömür için, yazılanları birlikte yaşamak için bu dünyanın bir köyüne üç gün arayla gönderilmişlerdi. Bir ömrün iki ortağıydılar. Aynı umudun aynı sevincin, aynı derin acıların nefesini birlikte çekmişlerdi içlerine. Çok eskiden babamın anlattığı küçük bir anı geldi şu anda parmağımın ucuna. Nasıl iterim, söylemeliyim; Yetmişli yılların başında abim küçükken, abimi Ankara’da bir hastaneye götürmüşler. Doktor, yatması gerekiyor demiş yatırmışlar. Refakatçi kabul etmemişler. Annemle babam hastane bahçesinde üzgün, garip beklemişler. Bir ara bir şeyler almak için kederlerini de yanlarına alıp, henüz daha ne ağır kederlerden geçeceklerinden habersiz, birlikte dışarı çıkmışlar. Ankara’nın hangi çarşısında yürüdüler bilmiyorum, babam anlatırken mutlaka söylemiştir ama ben anımsayamıyorum. Canları sıkkın, bir plakçının önünden geçerken bir Neşet Ertaş türküsü çalmaya başlamış; Zahide. Türkü bitene kadar orada öylece, dikilmişler.

Onların orada öylece dikilip kaldığı o ana bakıyorum. Filmi durdurdum, sizin o anınızı buradan izliyorum. Zamanda yolculuk yapıyorum, o güne yanınıza geliyorum. Hissettiğiniz duyguyu hissediyorum, duygunuzu kucağıma, yeni doğmuş bir bebek kucağa nasıl özenle alınırsa öyle özenle alıyorum. Bir bebeğin yüzüne bakmaya kıyamazsınız da, bebeğin yüzündeki tülbenti sakınarak aralayıp bebeğin yüzüne bakarsınız ya, öyle sakınarak gösteriyorum size, kucağımdaki kutsal emanet duyguyu. Ne mi hissediyorum bunu yaparken; “ Gönül dağı yağmur yağmur boran olunca, akar can özümde sel gizli gizli…” aynen böyle hissediyorum.

Bir ağustos ayının sonlarıydı. Nisandan bu yana annemin rahatsızlıklarıyla ilgileniyorduk. Tedaviler iyi gelmiş annem biraz toparlanmıştı. Bastonuyla evin içinde dolaşabilmeye başlamıştı. Bir haftalığına Gökçeada’ya gitmemiz gerekiyordu. Gerekiyordu diyorum çünkü ben hiç gitmek istemiyordum. Oysa adayı çok severim. Ama o yaz, o ağustos ayında adaya gitmek hiç mi hiç içimden gelmiyordu. Komşum Demet’le kahve içerken ona dedim ki; “bu gece yola çıkacağız ama ben hiç gitmek istemiyorum öyle ki tek bir çanta bile hazırlayamadım henüz.” Aynı günün akşamüstü annemle babamı görmeye gittim. Annemin çiçekli balkonlu, küçük odasında oturduk. Babam da yanımıza geldi, annemin yanına oturdu. Ben ikisinin karşısındayım. İki çift göz, bir çift gözün içine bakıyor. Babam her zamankinden farklı derin derin bakıyordu bana. Bir garip hissettim. “baba bana neden öyle bakıyorsun” dedim. “nasıl bakıyorum ki?” dedi gülümsedi. Ben sonradan anladım o derin bakışın anlamını.

Neyse, gittik biz. Arife günü orada olduk. Bayramın ilk günü sabah aradım. İkisiyle de tatlı tatlı konuştuk, bayramlaştık. Babam o gün çok huzurluydu. Bize dair memnuniyetini dile getirdi, hayır dua etti. Sonra, “annene babana benden çook selam söyle” dedi. Adada eşimin ailesinin evindeydik. Bayramın ikinci günü, sabah erken bir saatte telefonum çaldı. Arayan yine annemin yardımcısı Nilüfer’di, “abla, babam uyanmıyor!” dedi.

Babamı son gördüğüm gün, annemin yatağının kenarına oturmuş, bana derin derin bakmıştı. Sonradan anladım, benim kısa süreli sandığım vedanın, daimi bir veda olduğunu onun bildiğini. Babam gitmek istediği için, gitmeye karar verdiği için gitti. Annemden sonraya kalmak istemediği için acele etti gitti. Babam mutlu gitti, içindeki yaralı çocuğun elinden tutup gitti. Gözü arkada kalmadan, anneme çok iyi bakacağımızdan emin olarak kendi yatağında, uyur gibi, yüzünde bir tebessümle gitti. Yıllar önce abim, babamı bir şiire dönüştürmüştü, o şiirle veda etmek istiyorum..

31 MART-1 NİSAN

Kırık bir kalple geçirdi 70 yılı babam.
ben onu yüzüyle rüzgarı öperken tanıdım
bir kuyudan deniz çekerken.
Benden önceydi bu
başka bir acının  kenarında.
Konuşmam için unutmam gerekti bildiğim masalları.

Ben onu  bir ağaçtan orman yaparken gördüm
sırtındaki acıdan ilişirken hayata.
Unuttuk kaç kişi olduğumuzu
hep bir eksik çıktık sayımlarda.
Bitkilerden ve yaban otlarından söz ettik.
Sarmaşık bir şeyler vardı ömrümüzde

Bir fotoğrafa bakamıyorken  tanıdım babamı.
Kendi ayak seslerini unutan amalar buldum.
Ama anlatamadım göğsüme inen yıldızlara
aslında maviydi gözlerim.
Tel tel çektim gözümün ibrişimlerini.
Babama benzemek için ela yaptım.

Gerçekten maviydi benim gözlerim. Tel tel çektim gözümün ibrişimlerini. Babama benzemek için ela yaptım.