Çoğu zaman devam etmekte zorlanıyoruz. Issız bir çölün ortasında kalmışız da, kavurucu güneşin altında bir ağaç gölgesi, bir sığınak, bir yudum su bulmaya çalışırken, bir de kum fırtınasına yakalanmışız gibi hissediyoruz.

Gözlerimize doluyor kumlar. Acı çekiyoruz. Devam etmekte zorlanıyoruz. Top gibi olmuş dikenler; fırtınanın çektiği şutla, hızla bacaklarımızı dalayıp geçiyor. Sızlayan dizlerimizden aşağıya doğru ince kan yolları iniyor. Aynı çölde bizim gibi hisseden insanlara rastlıyoruz, bizle aynı acıyı çeken insanlara. Aslında hiçbir zaman çok şey istememiş insanlara.

 Önce bir şair inceliğine rastlıyorum, öfkemizin şiirini söylüyor bize, anlaşıldığımızı hissediyoruz, şiirine sığınıyoruz;

“Yoksul ruh!

Sıradanlığın kibri. Batakhane efendisi.

Dik kafalı cehalet.

Yoksulluktan bir taht kurdun kendine.

Balçık ruh!

Ölümsün.

Deniz, toprak, insan, hayvan

Canlı bırakmadın.

Kirli ruh!

Açık yaran şu ki

Bedenine kimse sevgiyle dokunmayacak

Güzellik her zaman küçük düşürecek seni.

Çorak ruh!

Gökkuşağını görmeden, şarkı söylemeden

Çimenleri sevmeden

Gözyaşının billurunu anlamadan bir kez.

Aptal ruh!

Bilmediğin şu ki

Sen ölemeyeceksin. Tanrın her parçana

Sonsuz bir can çekişme yazdı.”

Bir çocuğun, yarasına üfleyerek; duyduğu acıyı hafifletmeye çalışması gibi, birbirimizin yaralarına üflüyoruz, yaralarımızdan öpüyoruz birbirimizi, ‘geçecek’ diyoruz. Birbirimize teyelliyoruz kendimizi, yeniden can geliyor ruhumuza. Hislerimize merhem olmuş ince insanlara rastlamak umudumuzu tazeliyor. Bizi, dünyanın hâlâ iyi bir yer olduğuna dair umutlandırıyor.  Bir yudum suyu da, bir ağacın gölgesini de, sığınağı da bulmuş oluyoruz. Zümrüdü Anka gibi, gerekirse tekrar tekrar küllerimizden yeniden doğmaya and içiyoruz.

Bir diğer incelik ise hem derdimizi hem özlemimizi  söylüyor; “ Kafam bozuk, konsantrasyon sorunu yaşıyorum. Nasıl yaşamayayım? Hiç rahat bırakmıyor ki gündem insanı. İki gün üst üste oh denilmiyor bizim memlekette. Her gün acı, hırsızlık, dehşet, tehdit, iyi görünümlü kötüler… Bir gün ana haberleri açacağım ve ilk haber; ‘Şehirlerde yeşillendirme çalışmalarına start verildi. Boğaz’da uskumru akını devam ediyor. Türk festivali için milyonlar sokaklara döküldü’ gibi bir şey olacak, olmalı; yoksa artık devam edemiyorum.”

Çölde karşılaştığım başka bir incelik kulağıma eğiliyor, üzgün; “Normal bir insan gibi yaşamak istiyorum artık. Kedinin, köpeğin can derdine düşmediğimiz, ormanın, gölün katledilmesine kahrolmadığımız, yaşam standardımızın her gün biraz daha düşmediği, kitaplardan, konserlerden, sinemadan bahsedebildiğimiz, sıradan, normal bir hayat… Çok mu?...”

Peki şairin, şiirinde hayal ettiği çok mu;

“Müstakil bir evim olsun

Ve küçük bir bahçem,

Eski bir radyom bir de kanepem

Bahçemde erik ağacım

Ve yanında kiraz

Kırmızı güllerimin yanında,

Papatyalardan da biraz,

Minik bir köpek ve sevimli bir kedi,

Onların vefası ve toprağın bereketi.

Ve çayı beraber yudumlayabileceğim,

Elimi hiç bırakmayacak bir can yoldaşı.

Sonrası can sağlığı, hayırlısı…”

Altı üstü; doğa diyoruz, can diyoruz, hak ve birazcık insanlık diyoruz. Belli ki çok şey istiyoruz..