Altmış yıl önce,  İzmir Güzelyalı’daki Askeri Hava Lisesi ve Harp Okulu’nun lise bölümünde baraka sınıflara gelmeden tek katlı sıra binalarında güzel bir kütüphane vardı.

Her türde kitap bulmanız mümkündü. Bir şiiri ilk defa burada okumuştum. Hemşerilik özlemi ile Attila İlhan’ın dediği gibi aklıma “bir mıh gibi” kaydetmiştim. İlk ve son iki kıtası şöyleydi: 

SİVASLI KARINCA 

Koca Kızılırmak köpüre köpüre
Akıyordu,
Bir telgraf direği dibinde,
Zamanlar kadar telaşsız ve köpüksüz,
Yürüyordu,
Sivaslı bir karınca.

………..

Gayretle, çalışmakla, yorulmazlıkla,
Benziyordu,
Afrika\'dakine, Çin\'dekine, Paris\'tekine,
Kara toprağın alnı üstünde, kara,
Yürüyordu,
Alın yazısından daha hür.

Yoktu fikirlerden, davalardan haberi,
Yürümüyordu,
Rüyası hiç.
Buğday tanesi üzre,
Yürüyordu,
Sivaslı bir karınca.

Sanırım 1967’ydi. Laleli ile Vezneciler arasındaki Büyük Reşit Paşa Caddesinde Edebiyat-Fen Fakültesi’nin karşı sırasında çoğu zaman kapalı bir kitapçı dükkânı vardı.  Bu dükkan o şairindi. 
Cumhuriyet dönemi Türk şiirinde gerçek bir kilometre taşından söz edeceğim. Ama yine bir şiirinden iki kıta okuyalım:

“Bu eller miydi masallar arasından 
Rüyalara uzattığım bu eller miydi? 
Arzu dolu, yaşamak dolu. 
Bu eller miydi resimleri tutarken uyuyan? 
Bilyaların aydınlık dünyacıkları, 
Bu eller miydi hayatı o dünyaların? 
…….. 
 
Ayrılmış sevgili oyuncaklardan, 
Kırmış küçük şişelerini. 
Ve her şeyden ve her şeyden sonra 
Bu eller miydi Allah'a açılan! 

Sözünü ettiğim şair, Fazıl Hüsnü Dağlarca’ydı. Bu şiir de onun Çocuk ve Allah adlı şiir kitabından alınmıştı. Çocukluğun mutlu çağından uzaklaşan şair, değişen ellerine bakarak, yaşamış olduğuna bir türlü inanamadığı anılarını ve çocukluk özlemini dile getiriyordu. 
Fazıl Hüsnü Dağlarca şiire hece ölçüsüyle başladı. İlk döneminde; büyük bir hayal gücü, zengin ve yarı karanlık bir imaj örgüsüyle dikkati çekmişti. İkinci döneminde titiz bir Türkçe ve kendine özgü dil yapısıyla sanat hayatını sürdürdü. 
Dağlarca, başka şairlerin etkisinde kalmadığı gibi kendini tekrarlamaktan da kaçındı. Her yeni eserinde bir öncekine benzemeyen atılımlar yaptı. Zaman zaman vezinli, kafiyeli yazdı, zaman zaman da şekli hiçe sayarak, açık seçik söylemek istediklerini söyledi. 15 Ekim 2008’de bedenen aramızdan ayrıldı. İşte beni hep duygulandıran şiiri: 

“Yediyordu Elif kağnısını,
Kara geceden geceden.
Sankim elif elif uzuyordu, inceliyordu,
Uzak cephelerin acısıydı gıcırtılar,
İnliyordu dağın ardı, yasla,
Her bir heceden heceden.


Mustafa Kemal'in kağnısı derdi, kağnısına
Mermi taşırdı öteye, dağ taş aşardı.
Çabuk giderdi, çok götürürdü Elifçik,
Nam salmıştı asker içinde.
Bu kez yine herkesten evvel almıştı yükünü,
Doğrulmuştu yola önceden önceden.

Öküzleriyle kardeş gibiydi Elif,
Yemezdi, içmezdi, yemeden içmeden onlar,
Kocabaş, çok ihtiyardı, çok zayıftı,
Mahzundu bütün bütün Sarıkız, yanı sıra,
Gecenin ulu ağırlığına karşı,
Hafifletir, inceden inceden.

İriydi Elif, kuvvetliydi kağnı başında
Elma elmaydı yanakları üzüm üzümdü gözleri,
Kınalı ellerinden rüzgâr geçerdi, daim;
Toprak gülümserdi çarıklı ayaklarına.
Alını yeşilini kapmıştı, geçirmişti,
Niceden, niceden.

Durdu birdenbire Kocabaş, ova bayır durdu,
Nazar mı değdi göklerden, ne?
Dah etti, yok. Dahha dedi, gitmez,
Ta gerilerden başka kağnılar yetişti geçti gacır gucur
Nasıl dururdu Mustafa Kemal'in kağnısı.
Kahroldu Elifçik, düşünceden düşünceden

Aman Kocabaş, ayağını öpeyim Kocabaş,
Vur beni, öldür beni, koma yollarda beni.
Geçer götürür ana, çocuk, mermisini askerciğin,
Koma yollarda beni, kulun köpeğin olayım.
Bak hele üzerinden ses seda uzaklaşır,
Düşerim gerilere, iyceden iyceden.

Kocabaş yığıldı çamura,
Büyüdü gözleri, büyüdü yürek kadar,
Örtüldü gözleri örtüldü hep.
Kalır mı Mustafa Kemal'in kağnısı, bacım,
Kocabaşın yerine koştu kendini Elifçik,
Yürüdü düşman üstüne, yüceden yüceden.”