Tarihin en hunhar devletlerinden olan İsrail, Lübnanla birlikte Beyrut’u bombalıyor. Arap Şairlerinden Nizar Kabbani, Beyrut için yazdığı şiirine şöyle başlıyor:
“Ey kadınların en hanımı ey Beyrut!
Yakutlarla süslü bileziklerini kimler sattı?
Sihirli yüzüğünü kimler gasp etti?
Sırma saçlarını kimler kesti?
Kimler boğazladı yeşil gözlerinde uyuyan sevinci?
Yüzünü bıçakla çizen kimdi?
Ya o harika dudaklarına kezzap atan?
Kim zehirledi denizi?
Gül rengi sahillere kim serpti kini?
İşte... Geldik... Özür diliyor ve itiraf ediyoruz:
Aşiret ruhuyla sana silah sıkan bizdik. Ve "hürriyet” adlı kadını biz öldürdük.”
İşgalcilerle birlik olup, Türklere silah sıkanlar, aslında o silahı kendilerine sıkıyorlardı. Beyrut, Lübnan, Filistin mi? Bütün Arap dünyası.
Bizim olan Beyrut Vilayeti, 1888’de yine bizim olan Suriye Vilayetinden ayrılarak, Osmanlı Devleti vilayeti olarak kurulmuştu. Vilayet merkezi Beyrut'tu. 1908’den 1918’e kadar Osmanlı Meclis-i Mebusanı’nda, toplam altı üye ile temsil edilmişti. İlk Valisi Zülüflü Ali Paşa’ydı. Sonra birer ikişer yıl aralarla Şerif Mehmed Rauf Paşa, Ahmed Aziz Paşa, Avlonyalı İsmail Kemal Bey, Babanzade Halil Halid Bey, Abdülhâlik Nasuhi Bey , Hüseyin Nâzım Paşa, Reşid Mümtaz Paşa, İbrahim Halil Paşa, İbrahim Ethem Bey (Dirvana), Mehmed Nureddin Bey, Ebubekir Hâzım Bey (Tepeyran), İbrahim Ethem Bey (Dirvana), Ali Münif Bey (Yeğenağa) Bekir Sami Bey (Kunduh), Mustafa Azmi Bey (Akalın) valalk etmişlerdi. Osmanlı’nın son valisi Müftüzade İsmail Hakkı Bey’di.
Kabbani, bir başka Beyrut şiirinde empati yapıyor:
“Ben Beyrut.
Yüzüklerini, bileziklerini, gerdanlıklarını suda yitiren su kraliçesi.
Ben Akdeniz’in ayak altına düşen incisi.
Ben mitolojinin civa ile zehirlenmiş mavi balığı.
Ben; ilencin, şeytanların, korsanların; denizcilerini boğazlamak, hazinelerini yağmalamak üzere kovaladığı gemi.
Ben particiliğin kazurat kanallarında yüzerken boğulup ölen suçsuz kız çocuğu.
Ben yavrularına fırından bir kilo ekmek alırken belinden hançerlediğiniz Şems (Güneş).
Ben Beyrut. Sizin mermi şeridiyle, ahşap tabutla, ölüm ilânıyla değiş tokuş ettiğiniz, hak etmediğiniz sevgi şiiri.
Ben Beyrut…..”
Birinci etap gençlik dönemimizin parlamakta olan şairlerinden Cahit Zarifoğlu, 1940 yılında Ankara’da doğmuş, 1987 yılında İstanbul’da ölmüştü. Üniversitede öğrenci olduğumuz yıllarda bazı arkadaşlar, kendisi ile görüşür, şiir kitaplarını getirir, bize satmaya çalışırlardı. Genç yaşta hayata veda etti.
Daralan Vakitler adlı şiirinde, sanırsınız ki, bugünü anlatıyor. Kırk yıldır değişen bir şey yok:
“Yanakları saçları gözleri yanmış
Zehirli gaz bombaları
Yılan gibi sokmuş yalamış gövdelerini
Ağızları, küçücük dilleri yanmış
Bütün Beyrut sapsarı kalmış
Sanki ağlamak imkansız
Başları
Paletlerle ezilmiş babaları
Yahudi doğramış analarını
Binlerce çocuk topların betonların altında
Beyrutun gözyaşları şimdi
Kudüsün yanıbaşında
Müslümanlarsa uzakta
Sanki başka
Gelinmez bir dünyada
Acın bir vadi
Zehirli çiçekler bir ova gibi karşımda
Gözüm baksın sadece
Ayrıntıları
Kıvrılıp kırılmış bilekleri
Kemikten yakılmış etleri
Kuma serilmiş cesetleri
Büyük ajansların yaydığı resimleri
Bir seyirci gibi görsün dursun
Bir kadın gibi ağlasın..
Beyrut yengeç kıskacında
Çoğu müslüman kafir yanında
Yaslanmış yastıklara sonunu beklerler filmin
Sen filistin hokkaları doldur kanla
Şairler eğer ahın varken
Uzanırlarsa tomurcuklara güllere
Herbiri kanlı bir ateş gibi korku
Bir azar bir şamar olsun
Filistin sen işine bak kar toprağını
Yoğur gazabını yaradanın..
Bu ateş bulutu hangi kavmin üzerinde
Çam ormanlarının salınışında
Kuşların cıvıldayışında
Otların serin tenlerinde
Eğer varsan bakıp görmeye
Şeffaf perdenin az ötesini
Bir ateş bulutu var en bildik yerde
En emin yerde ……”
Bugün, Abdülhak Hamid’in Fatma’sının Beyrut’ta kalan Makber’ini yazmayı amaçlamıştım ama, girizgahım, "Taç Beyit" ya da "tahallüs"e götürmeden yönünü şaşırdı. Darısı yarınki yazıma.