Altmış yıl önce kaybettiğimiz Halide Edip Adıvar, Türk Edebiyatı’nın önemli yazarlarından biri olduğu kadar Kurtuluş savaşımızın da sembolüydü.

1884 yılında İstanbul’da dünyaya geldi. İlköğrenimini özel dersler alarak tamamladı. Üsküdar Amerikan Koleji‘ni bitirdi. İlk çeviri kitabı “Ana” 1897 yılında yayımlandı.

Öğretmenlik ve müfettişlik yaptı. İzmir’in Yunanlılar tarafından işgalini protesto etmek için düzenlenen Fatih, Beşiktaş, Kadıköy ve Sultanahmet mitinglerinde ateşli konuşmalar yaptı,

Mili Mücadele‘ye katılmak için Anadolu’ya geçti. İngilizlerin İstanbul’u işgal etmesi üzerine İstanbul Hükümeti tarafından idama mahkûm edildi. Kurtuluş Savaşı sırasında cephede görev yaptı. Halide Edip’e; Sakarya Savaşı’nda onbaşı, İzmir’in kurtuluşunun ardından da başçavuş rütbesi verildi.

Halide Edip’in içerisinde bulunduğu bir anekdotu aktarırken, bu vatanın nasıl kurtulduğuna ilişkin bir mesaj vermek istiyorum. Lütfen okumadan geçmeyelim.

Anadolu’nun bağrı yanık bir anası, Oğlunu Çanakkale'de kaybetmiş, ancak vatanının kurtulacağına olan inancını kaybetmemişti Hayata dört elle sarılmış, dişinden tırnağından artırdığıyla çorbada tuzunun bulunmasını istiyordu. Oğlunu şehitler ordusuna vermişti, kızını muallimler ordusuna hazırlıyordu, kendisi de var gücüyle çalışıyordu. Savaş devam ediyordu, hem de yıllardır devam ediyordu. Balkan Harbi, İtalyan Harbi, Çanakkale, Galiçya, Sarıkamış, Yemen, Sina derken düşman Anadolu'nun içlerinde ilerliyordu. Erkekler cephede destanlar yazıyordu. Ancak hayat da devam ediyordu. Hem cephe gerisinde kalanların hem de cephedekilerin doyurulması gerekiyordu. Anadolu kadını toprağı sürüyor, ekiyor, biçiyordu. Elleri yarılmıştı, ayakları nasırlaşmıştı, yüzü esmerleşmişti. Hamdullah Suphi Tanrıöver, Halide Edip'le Anadolu kadınının bir karşılaşmasını şu şekilde nakletmekte:

"Halide Edip, Millî Mücadele'nin başında Kalaba Köyü'nden gelen bir kadının yaz toprakları gibi çatlamış ellerine dikkatlice bakmıştı. Köylü kadın bunu gördü ve 'İçerinin karısıyım, dışarının erkeğiyim. Bu el yumuşak kalsın, beyaz kalsın olur mu?' dedi."

O eller saban tutuyor, tarla sürüyordu. Tohum ekiyor, ekin biçiyordu. Mermi taşıyor, tetik basıyordu. Yağmur-çamur, kar-kış demeden çalışıyordu. Onun, elleriyle, kaşıyla, gözüyle, ağzıyla, burnuyla uğraşacak zamanı yoktu. Bu bilmediğinden değildi. Elbette o da biliyordu, süslenmeyi, giyinmeyi, kuşanmayı. Ne zaman ne yapacağını biliyordu. ‘Gözün goca olursa süzersin, ağzın goca olursa büzersin, burnun goca olursa nidersin?’ diyordu. Farkındaydı elbette güzelliğin, güzelleştirecek şeylerin. Ancak buna zaman kalmıyordu. Çünkü o kendi veciz ifadesiyle, ‘içerinin kadını, dışarının erkeği ydi.

Anadolu kadının katlanamayacağı bir şey daha vardı: Dinine dil uzatılması ve küfredilmesi. "Türk'ün Ateşle İmtihanı"ndan öğrendiğimiz kadarıyla, işgal yıllarında azınlıklar vapurlarda her zaman ikinci mevki için bilet aldıkları halde birinci mevkide yolculuk yaparlarmış. Güçlerini işgal kuvvetlerinden alırlarmış. Yine bir defasında azınlık kadınlarından biri, hâdise çıkarmıştı. Biletine uygun yerde oturmak istemiyordu. İlgililer duruma müdahale edip onu biletine uygun yere gönderirken, o küfürler savuruyordu. Bundan sonrasını Halide Edip'ten dinleyelim: "Çıkarken kadının tekrar dine ve imana sövmesinden dolayı, o zamana kadar bir köşede oturan ihtiyar bir kadın, birdenbire bayıldı. Çantamdaki kolonya ile başını, bileklerini ovdum. Biraz kendine geldi; fakat durmadan ağlıyordu. 'Benim gibi ak saçlı ve beş vakit namazında bir kadın dinine küfür edildiğini duyarsa ne yapabilir?’ diyordu.”

…….

Anadolu kadını, kendi topraklarının galip devletler tarafından işgal edilmesine mânâ veremiyordu. Asırlardır sulh içinde yaşayan insanları birbirine düşman ediyorlardı.