Bir hafta önceydi. Ramazan’ı henüz ortalamıştık. Bir yazı yazmıştım. Bugün de Ramazan’ın son virajına girerken biraz nostaljik takılayım, birkaç da Bektaşi fıkrası sıkıştırayım istedim: Belki “Nerede o eski ramazanlar? diyen olur.
Eski ramazanlara ilişkin bilgileri klasik edebiyatımızın kasidelerindeki, teşbip ve ramazaniye bölümlerinde bulabiliyoruz. Ramazaniyeler daha çok devlet büyüklerine ramazan ayının gelişini tebrik amacıyla sunulmuşlardı.
Ramazaniyelerde çoğunlukla camilerin dolup taşması, içki müptelâlarının ve tiryakilerin tövbe edip oruca başlaması, iftar sofraları, teravih, sohbetler, camilerin mahyalarla donatılması ve ramazan eğlenceleri gibi konular işlenmişti.
Devrin hayatını canlı bin ifade ile aksettiren, Lâle Devri’nin neşeli şairi Nedim’in Veziri-i Azam İbrahim Paşa’ya yazdığı kasideden örnek vermek istiyorum.
Nedim bu kasidesinde örf ve adetlerden de söz etmişti. Bugün artık mevcut olmayan meddah ağzı ile okunabilecek olan ramazan kasidesinden birkaç beyit şöyle:
“Bağdaten sabit olup gurre firâşında imâm,
Hâb için yatmış iken etti teravihe kıyam.
Baş kaldırmadılar öğleyedek uyhudan
Yevm-i şek zevkine hazırlanan ashâb-ı kiram.
Şu soğuk günlere bir pâre ısındırdı bizi,
Bir gün evvel erişip geldi hele mâh-ı siyâm.
...”
Mahalle imamını, bekçisini, keyif ehlini tasvir eden bu kaside bu şekilde sürüyor. Şimdi biz, sarayları, konakları bir yana bırakıp, çok değil yüz yıl önceye gittiğimizi varsayalım. İstanbul’un mahalle aralarına dalalım.
Türk mahallesinin en sevimli kişilerinden biri olan gece bekçisi bu ay şair kesilir, gece mahalle aralarında davulunu çalarak, halkı sahura kaldırırken, maniler de söylerdi. Bu manilerde eski Türk örf ve adetlerine ait bir yığın çizgiye rastlarız.
Ramazan manilerinin okunması ayın görülmesi ile başlar:
“Gûş et sedayı bu gece, / Et merhabayı bu gece, / Benim devletli efendim; / Gördüler ayı bu gece.”
Evet arkasından ramazan günleri ayrı ayrı manileşirdi:
“Haktan bize geldi ihsan, / Müşkil işler âsan, / Bu gecemiz ibtidadır, / Ey mâh-ı sultan merhaba...”
Ramazanın birinci gününden itibaren her gün iftarda, sahurda değişik konulara ilişkin maniler okunurdu. Ramazanın on beşinden sonra, artık ayrılığın yaklaşmakta olduğu hissedilir. Onbeşinde askere baklava çıkarılırmış:
“Bu gece on altı sayı, / Gidiyor ramazan ayı, / Yeniçeri padişahtan / Aldı bugün baklavayı.”
Bekçiye ve davulcuya bahşiş daha çok Ramazan’da veriliyor olmalı. Hemen bütün konuların arasından kibarca bahşiş isteği görülüyor:
Güle geldim evinize, / Selâm verdim cümlenize, / Bahşişimi vermezseniz / Darılırım hepinize...
Anadolu’nun hemen her yöresinde az da olsa Ramazan okşaması adı verilen mani geleneği sürüyor. Evlerden verilecek hediyenin ve paranın çok olması için mani sözleri süsleniyor, muhatabı övülüyor:
“Koşa koşa indim geldim / Davulumu vurdum deldim / Hanenize yeni geldim / Uyan beyim güle boyan.
Evlerinin önü üzüm / Yaprakları düzüm düzüm / Uyandın mı iki gözüm / Uyan beyim güle boyan.
Sahur manilerini çoğaltmamız mümkün. Ama biz yine bir Bektaşi fıkrası ile soluklanalım:
Bektaşi bu ya! Oruç tutmazmış. Ama her gece sahura kalkarmış. Karısı demiş ki:
“A efendi, oruç tutmuyoruz; ne diye bana zahmet verirsin, kendini de zahmete sokarsın. Neden sahura kalkarız ki?
Erenler: “A kadınım” demiş: “Namaz kılmayız, oruç tutmayız. Bir de sahur yemezsek Müslümanlığımız nereden belli olacak?
Eskiler derler ki, nakl-i küfür, küfür değildir. İşte bunun için halkımız söylemek istediğini, Bektaşi’ye, Nasrettin Hoca’ya söyletmiş yüzyıllar boyu. “Nakl-i küfür, küfür değildir” fetvasına uymuşlar. Bektaşi’ye, Nasrettin Hoca’ya yükletmişler esprilerini. Allah var, onların da gıkı çıkmamış.