Notlarımın arasında Reşat Nuri Güntekin’in 7 Aralık 1956 günü öldüğü, var. 8 Aralık tarihli takvim yaprağında bir not gördüm. “Yaprak dökümünün sonu” diye yazıyor. Bir hafta, on günden beri, yolda belde, yapraklar daha çok, insanın içini sızlatarak garip garip uçuşur olmuştu.

Demek ki son yapraklar da “Son ümidim de bitti” şarkısıyla, kendini hoyrat rüzgarın önüne bırakıyor. Rastlantıya bakınız. 7 Aralıkta Reşat Nuri ölüyor, 8 Aralık  yaprak dökümünün son günü. Biliyorsunuz, Reşat Nuri’yle özdeşleşen eserlerinden biridir Yaprak Dökümü. Bir memur ailesinin, değişen sosyal ve ekonomik koşullar karşısında tutunamayıp çözülüşünün dramı.

Geride bıraktığımız yüzyılın iz bırakan roman, öykü, oyun yazarlarımızdan olan Reşat Nuri Güntekin, 1889 yılında İstanbul'da doğdu. Çanakkale ve İzmir'deki öğrenim yıllarının ardından 1912 yılında Edebiyat Fakültesini bitirdi.

Çeşitli okullarda edebiyat, felsefe, psikoloji, pedagoji öğretmenliği ve müfettişlik yaptı. 1939-43 döneminde parlamentoya girdi. Ardından Paris Kültür Ataşeliği görevinde bulundu. İstanbul’a dönünce şehir Tiyatrolarında "Edebi Kurul" üyeliği yaptı. Çalıkuşu adlı romanı Vakit gazetesinde dizi olarak yayımlanınca üne kavuştu. Bir süre Mahmut Yesari ile birlikte Kelebek adlı gülmece dergisini çıkardı.

Reşat Nuri Güntekin, özellikle Cumhuriyet yönetimiyle değişim sürecine giren Türk toplumunun çeşitli katmanları arasındaki çelişkileri ele alan eserler yazdı.

Örneğin Miskinler Tekkesi'nde toplumun kanayan bir yarası olan "dilencilik" sorununu, Kan Davası'nda toplumdaki "öç alma" duygusunu işlemişti. Acımak’ta ise, kin, nefret, baba sevgisi gibi psikolojinin alanına giren duyguları roman çerçevesinde ele almıştı.

Yukarıda da sözünü ettiğimiz gibi, Yaprak Dökümü’nün konusu, kuşak farkı nedeniyle dağılan bir ailenin dramıydı. Diğer kitaplarından bazılarını şöyle sıralayabiliriz: Akşam Güneşi, Anadolu Notları, Ateş Gecesi, Bir Kadın Düşmanı, Bir Köy Öğretmeni, Bir Yudum Su ve Seçilmiş Öyküler, Çalıkuşu, Damga , Değirmen, Dudaktan Kalbe , Eski Ahbap , Eski Hastalık, Gizli El , Gökyüzü ,  Kavak Yelleri , Kızılcık Dalları, Leyla ile Mecnun , Miskinler Tekkesi , Olağan İşler, Son Sığınak, Sönmüş Yıldızlar,  Yeşil Gece...  

Yaprak Dökümü, çocukluk yıllarımda okuduğum klasikleşmiş romanlarımızdan biri. Romanda sözü edilen kişiler, bütün doğallığıyla bizden birileri. Yıllar sonra okuduğum karekterleri; Ali Rıza Bey’i, Şevket’i, Şevket’in karısını, Fikret’i, Ferhunde’yi, Leyla’yı, Necla’yı,  Ayşe’yi ve diğerlerini Şehir Tiyatroları sahnesinde görmenin hazzını yaşamıştım.

Yaprak Dökümü’nde 1940’ların Türkiye’si anlatılıyor.  Yeniliklerin  hazmedilmeye çalışıldığı bu yıllarda, orta halli geliriyle hayatını sürdüren, Türk gelenek ve göreneklerine bağlı bir aile. Aynı kalmanın silinmekle, değişmenin yok olmakla yüzleştiği yıllar. Değişimin bir dayatma olarak sunuluşu ve buna karşı sosyal tepkinin anlatımı. Bir anlamda bizim Kral Lear’ımızın dramı.

İşyerine aldırdığı bir kıza, patronun tecavüzü ve bu durumu ‘normal’ sayması, toplumsal çürümenin bir işareti olarak daha ilk sahnede karşımızda. Ali Rıza Bey, “toplum”dan ayrılmış ve yalnız olarak bizimle birlikte. O, gereksiz görülüp atılan ‘eski’ urbayı sonuna kadar üzerinde onurla taşıyan, karısı, oğlu ve beş kızıyla ‘var’ olmanın kavgasını veren bir eski zaman kahramanı.

Değişimin gerekliliğine inanılsa da, Yaprak Dökümü, insanların yaşadıkları drama kayıtsız kalınmayan hüzünlü bir masal; kadın-erkek ilişkisindeki tutarsızlığın, düzeysizliğin, çalışma refleksinin ‘daha çok para’ya kilitlenmesinin, her yolun mübah sayılmasının bir eleştirisi. Yaprak Dökümü, altmış yıl öncesinin görüntüsü ama, bugünden farklı olduğu söylenebilir mi?