İki günden beri yalnızlıktan söz ediyorum. Bir de gariplik var.
Anadolu’nun pek çok yerinde, ölen yabancıları için oluşturulan mezarlığa “Garipler mezarlığı” adı verilir ki, beni hüzünlendirir, Yunus Emre’yi hatırlatır:
"Bir garip ölmüş diyeler
Üç günden sonra duyalar
Soğuk su ile yuyalar
Şöyle garip bencileyin."
Başta kimsesiz olarak gurbet elde can verenleri bu kapsamda sanabilirsiniz. Ama biraz daha derin düşününce, yalancı dünyanın gurbet olduğunu var sayarsınız.
''Bir garip öldü diyeler” dizesinde insanın fani olduğu anlatılmış olamaz mı? Beşikten mezara kadar, doğarken ve ölürken garip olduğumuz gerçeği yok mu? Yunus Emre, bu dizelerde sizlerin adına kendini anlatıyor. Yunus’u, Yunusça dinlemeyi sürdürelim:
“Kimseler garip olmasın
Hasret oduna yanmasın
Hocam kimseler duymasın
Şöyle garip bencileyin
Söyler dilim ağlar gözüm
Gariplere göynür özüm
Meğer ki gökte yıldızım
Şöyle garip bencileyin
Nice bu dert ile yanam
Ecel ere bir gün ölem
Meğer ki sinimde bulam
Şöyle garip bencileyin….”
Şimdi yazının başlığına dönelim. “Yalnızlık mı, gariplik mi?”
Yalnızlık, birlikte olmak için arzuladığınız ama, gerçekleşmeyen bir durum, kendini toplumdan kopmuş duygusu. Gariplik ise, garip olma durumu. Kimsesi olmayan, gurbette yaşayan, doğduğu yerlerden ayrı düşmüş olan, aile ocağından uzakta, yabancı, zavallı anlamlarını taşır.
Demem o ki, yalnızlık ve gariplik aynı olmasalar da birbirine yakın anlamalar içermekte.
Fuzûli’nin gazelinden şu beyiti okuyup da duygulanabilirsiniz:
“Ne yanar kimse bana âteş-i dilden özge.
Ne açar kimse kapım bad-ı sabadan gayrı"
Demek istiyor ki, bana, gönül ateşinden başka kimse yanmaz. Ne de sabah rüzgarından başka kimse kapımı açmaz. Aynı duyguları, Fuzuli’den önce Necatî de yaşamıştı:
“Beni ağlan beni kim üstüme gelmez ölicek
Bir avuç toprak atar bâd-ı sabâdan gayrı.”
Günümüz Türkçesine şöyle çevirebiliriz: Siz bana ağlayın, bana ki öldüğümde bir avuç toprak atmak için sabah rüzgarından başka kimse gelmez. Bir örnek daha vereyim:
“Bulunmaz bencileyin bağrı yanık lâleden gayrı
Yüzüme su serper bir kimse yokdur jâleden gayrı.”
Bu beyit Şemsi Ağa’nın. “Laleden başka benim gibi bağrı yanık bulunmaz. Çiğ tanelerinden başka yüzüme su serpen de yoktur,” diyor.
Basit bir tahlil yapacak olursak, lalenin rengi, yaranın rengi gibi kırmızıdır. Yanığın rengi ise siyahtır. Lalenin ortası da siyahtır. Dolayısıyla bağrı yanık olan insanla lale arasında bir benzerlik vardır. Jale, çiğ tanesidir. Islaktır. Yalnız ve kimsesizler gözü yaşlı olur. Yalnız çiğ taneleri ateşi dindirmek, için yüze su serperler.
Kimi zaman kafa dinlemek ya da nefis muhasebesi yapmak için yalnızlığı seçerim. Bunun sürekli olması mümkün değil. Herkes için de öyle: Eşe, dosta, arkadaşa gerek duyarsınız. Zor gününüzde, kara gününüzde, yanınızda, çevrenizde birilerini arasınız. Kemalettin Kamu’nun şiiri ne güzel örnek:
“Gözlerimde parıltısı bakır bir tasın
Kulaklarım komşuların ayak sesinde
Varsın gene bir yudum su veren olmasın
Başucumda biri bana “su yok” desin de...”
Şiir beğenilmek için değil, insanın kendisini bulması ve hissetmesi içindir bazen. “Hangi cebini karıştırsan yalnızlık,” diye yazmış Sonnet’te Turgut Uyar. Okuyalım:
“Çekemezsin bir yere sineden başka.
Biliyorum günler hep böyle geçecek.
Ne akşamleyin komşu, ne bir akraba,
Ne bir dost, oturup karşılıklı içecek..
Yalnızlık sade şurda burda değil,
Düşüncede, hatırada ve dilekte.
Hangi taşı kaldırsan, nerde 'of! ' çeksen,
Bir dudağı yerde, bir dudağı gökte..
Bilmem rengi nasıldır, boyu ne kadar.
Biçen her kimse yıllardır yanlış biçiyor.
Bir elbise ki, alabildiğine dar..
Nedir bir türlü sırrını anlamadık,
Kimdir bizimle böyle şaka ediyor,
Hangi cebini karıştırsan yalnızlık..”
Sonuç olarak bir atasözünü anımsatmak gerekir: “Yalnızlık Allah’a mahsustur.