Bayburt'lu Celâlî, ailesinin geçimini sağlamak için ne iş bulsa çalışmaktaymış.  Bir gün iş bulmak ümidiyle Mormoç Ovasına gitmiş. Çayırların biçilme zamanıymış.

Cebre köyünden Hamit Ağa, Celâlî'ye su çekip ırgatlara dağıtmak görevini vermiş.  Celâlî künze ile getirdiği suyu sürekli olarak çalışanlara dağıtıyormuş.  Bu durumunu gören  Kitre köyü ileri gelenlerinden  İbrahim Efendi, Hamit Ağa'ya çıkışmış. "Celâli Baba'ya su mu taşıtıyorsun?"demiş.  Bunun üzerine Celâli elinde künze ve maşraba olduğu halde şu kıtaları söylemiş:

"Aşkın dükkânında hayyat elinde,

Şemseli kaputun yakasıyım ben.

Hublar yığnağında dilber belinde,

Bir altın kemerin tokasıyım ben.

Beyler için Horasan'da halıyım,

Gürcistan alıyım, Kişmir şalıyım,

Dağıstan'da anka, tüccar malıyım,

Lamekân şehrinin çuhasıyım ben.

Bizi otağına okudu pirler,

Muhabbet elinden dem çeker erler,

Celâlî sakisin kadeh ver derler;

Besbelli Mormoç'un sakasıyım ben."

Fırat Kızıltuğ ağabeyden Mormoç ovasının neresi olduğunu öğrenmiştim. Bayburt’a bilmem kaç defa gittik. Dede Korkut bilgi şölenlerinde düşüncelerimizi, araştırmalarımızı dile getirdik. Şiir şölenlerinde şiirlerimizi okuduk.  Ama tadı damağımda kalan anlardan biri Bayburt öğretmenevinin şarkvari düzenlenmiş dinlenme salonunda Fırat ağabeyin özel olarak  bize sunduğu müzik ziyafetiydi.

Onun müzisyenliği atadan geliyordu. Çocukluğunda Âşık Hicranî’niyi yakından tanımıştı. Babası ahenk isimli çalgısıyla ses verir, Hicranî de şiirlerini okurdu. Hicranî ve Cerranî Baba’nın yalnız Fırat Kızıltuğ’a değil, bütün Bayburtlular üstünde etkisi vardı. .

Bayburt’u görmeyen, oranın manevi havasını teneffüs etmeyen, Bayburtlunun gönül bahçesinde gezinmeyen Bayburt şikestelerinden ne anlar? Gençlik yıllarımızda Şehriyar’ın “Heyder Baba”sını dilimizden düşürmezdik. Görmesek de Heydar Baba dağının tutsağı olmuştuk. Bu dağı, doğasını, insanlarını ve özlemi bundan güzel kimse anlatamaz sanırdık:

……….

Heyder Baba, ıldırımlar şakanda,

Seller, sular şakkıldayıb akanda,

Kızlar ona saf bağlayıb bakanda,

Selâm olsun şevkatize, elize,

Menim de bir adım gelsin dilize.

Heyder Baba, kehliklerin uçanda,

Göl dibinden dovşan kalkıb, kaçanda,

Bahçaların çiçeklenib açanda,

Bizden de bir mümkün olsa, yâd ele,

Açılmayan ürekleri şâd ele.

Bayram yeli çardakları yıkanda,

Novruz gülü, kar çiçeği çıkanda,

Ağ bulutlar köyneklerin sıkanda,

Bizden de bir yâd eyleyen sağ olsun,

Derdlerimiz koy dikkelsin dağ olsun.

………….”

Ama gelin görün ki, Bir Fırat Kızıltuğ çıktı ve Bayburt’u Şehriyar yüreğiyle anlattı. Okudum, duygulandım, heyecanlandım ve de aynı dil, aynı muhteva ve ahenkte ben Sivas’ı anlatamadığım için kıskandım:

“…………………….

Saray bahcasında üsgek gavahlar,

Gönül çekenlerin sırıni sahlar,

Seherde dem çeker yeşil yarpahlar;

Ağaçlara çentik cızdım dilekden,

Anniyana sazılanur ürekden.

Galamız oturan bozgurda benzer,

Göylere tikilmiş şimşekden nezer,

İgide şan, şeref, çaşıta mezer;

Sari daşlar, izzetimiz, mülkümüz,

Desdanımız, hekâtımız, türkümüz.

Soğanlının soyuh eser balhari,

İmir Dağı’ndan Zeyliye yohari,

Coruh’da çalhanur Kop’un garlari;

Hindi Dağları’nda ayın ondördü,

Keçevi Düzü’nde beni çoh gördü.

Pulur Çayi ovalarda fırlanur,

Nâmerd ile merdi çoh eyi tanur,

Yaz gış ne yorulur, ne de uslanır,

Goorsu’da Coruğuna gavuşur,

Deli deli aşşahlara savuşır.

……………….”

Duduzar’dan sabah güneş galhanda,

Guşluh vahdi daşlarını yahanda,

Gellenguşlar yuvasından çıhanda;

Daha çay işmeden, cama çıhardım,

Üstündeki ziyarete bahardım.

………………………….”

Yarınki yazımda Fırat Kızıltuğ ile Tarsus’ta geçindiğim birkaç günden söz edeceğim.