İster darbı mesel deeiniz, isterseniz hikâye. Hikâye böyle ben ne yapayım. Şimdi geçen isme bakıp da envai (çeşit çeşit, türlü türlü” yorumlara girmeyiniz. Günahımı alırsınız vallahi.
Osmanlı Devleti’nin, hudutları içinde onlarca devleti barındırdığı devirlerde; zaman zaman, ayaklanmalar çıktığı gibi, otoritenin uzaklığından istifade eden eşkıyalar da, sık sık dağlara çıkıp kendi halklarını soyup soğana çeviriyorlardı. İşte Arnavut Recep adındaki bir eşkıya başı da, böyle biriydi ve çetesiyle birlikte dağa çıkmış, halka zulmederdi.
Elbette asayişi sağlamak her zaman her yerde pek mümkün olmuyordu. İşi iyice azıttıklarının haberi hükümet merkezine ulaştığında peşlerine bir birlik gönderilmiş ve Recep ile arkadaşları saklandıkları yerde kıstırılmıştı. Recep, bir kurtuluş, bir hal çaresi kalmadığını anlayınca askerlere doğru bağırmaya başlamış:
“Etmeyin more, hep din kardaşiyiz. Atmayın, teslim oluyoruz!”
Teslim olan Recep ve çetesi yakalanıp, bu seferlik az bir cezaya mahkûm edilmişti.
Sonraları Recep, bu olayı kahve köşelerinde anlatırken:
“More, vallahi gebertecektim zaptiyelari. Çolukumuz çocukumuz var diye ağladılar da acıdım” diye palavra atarmış. Bir gün işin aslını bilen birisi, “Atma Recep” demiş, “biz de din kardaşiyiz.” Bu deyim, “palavra atanları, ikaz etmek için” kullanılır.
Geçen gün bir manşet okudum. Vatandaş “Marketleri müze gezer gibi geziyoruz,” demiş. Kendimi koydum o vatandaşı yerine. Bu günlerde müzelerin en çok kuruyemişler galerisi önünde duruyorum. Sağlıkçıların her gün hiç olmazsa bir avuç fındık ye, öğüdünü hatırlıyorum. Gözüm etikette. Maşallah 300 liraya yaklaştı. Elim gidiyor, cebim geri çekiyor. Umudumuz seçim sonunda: Her şey ucuzlayacak. Akşam evde seçim vaatlerini dinliyorum. Yer Karadeniz. Aday diyor ki, “Fındığınızı tarlada beş dolara alacağız!” Eyvah, diye içimden geçirdim. Beş dolar, kabuklu fındık yüz lira eder. Ayıklanıp, işlenip, ambalajlanırsa 250 TL’yi geçer. Pazarlama, kar paylarını koyduğunuzda, fındığın kilogram fiyatı dört yüz lirayı bulacak demektir. Üreticiden tüketiciye işin şirazesi kökten bozulmuş. Aşağı tükürsen sakal, yukarı tükürsen bıyık.
Biz sıkıntıyı bırakıp keyf faslına bakalım: Keyfi de bilmiyor değilsiniz ya: Kendini yaşayışında iyi bulma duygusu ya da durumu, neşe, diye tanımlarsınız. Şu seçim günlerinde kimine bugün keyfi yok, kimine keyfini bozma! Kime de bu anket keyfini kaçırdı, Çantada kekliği olanlara da, adamın keyfi yerinde, dersiniz.
Çıkmış biri bana “Keyif benim köy Mehmet Ağanın” deyimini açıkla, diyor. Halbuki benim adım Ahmet, ağalık da ne haddime. Eğer olsaydım, derdim ki: “Kim olursa olsun, işime kimsenin karışmasını istemem: Keyif benim, köy Ahmet Ağa’nın. Keyfime Mehmet Ağa bile karışamaz yani. Keyif eşekte olur. Olsun. Keyif yine de keyiftir.”
Çok eskiden Cumhuriyet gazetesinden ve bir dönem TBBM dergisini çıkaran Rahmetli Sofu Tuğrul ağabey vardı. Bayramoğlu’nuda ailece birlikte tatil yapardık. Onun gibi Konyalı olan arkadaşım Cafer Tayyar’la bir araya geldiklerinde başta Tayip ağanın olmak üzere Konya fıkraları anlatırlar dinlemeye doyamazdık:
Teşbihte hata olmaz. Herkes sakız çiğner ama çingene kızı tadını çıkarır. Herkes fıkra anlatır ama, ben tadını veremem, zevkle ve sonuna kadar dinletemem:
Konya’da oturak alemi. Sini üzerinde şakıdak şakıdak!
“Gülüm var ocak ocak
Edalım aman sürmelim aman
Aman toplarım kucak kucak vay vay
Senin yârin gül ise
Edalım aman sürmelim aman!
Haydi benim yarim tomurcak vay vay…..”
Dışarıdan haber geliyor:
“Köyde yangın var!” Kendini kaşık havasının ahengine kaptırmış Konyalı:
“Yanarsa yansın havalara bak,” diyor.
Havalar devam etmekte:
“Hey heyyyyy! kenardan geçeyim aman aman
Yol sizin olsun gel gel aman!!
Ağılar içeyim aman aman
Bal sizin olsun bir danem aman
Amanın gel gel aslan Mustafam gel!. “
Yangının kademe kademe o evin samanlığına kadar geldiği, bulundukları odaya sıçramak üzere olduğu söyleniyor. Yine aynı cevap:
“Yanarsa yansın, havalara bak!”
Biz de gün geldi: “Olursa olsun itibara bak” mı demiştik.”