Sevgili dostlar, okuyanlar hatırlayacaktır. Önceki gün 23. Ölüm yıldönümünde Yıldırım Gürses’i anlatırken, bestelediği bir şarkının hikayesini de vermiştim.

O şarkının sözleri, “gurbet şairi” olarak tanıdığımız Kemalettin Kamu’nundu. Gurbet konusuna niçin hassas olduğumu pek çok yazımda anlatmışımdır. Ama şu dörtlük hep yufka yüreğimin aynası olmuştu:

“Ne arzum, ne emelim,

Yaralanmış bir elim,

Ben gurbette değilim,

Gurbet benim içimde!”

Beş-altı yıl önceydi. “Nostalji İkliminde Gezinti” adıyla görseller eşliğinde seminerler veriyordum. Konum asıl adı Samuel Uluçyan olan Sami Hazinses’ti. Filmlerde bizi güldüren Sami Hazinses’in, gerçek dramını ve besteciliğini anlatıyordum. Diyarbakır’da taşçı Mıgırdıç (Şifgar) ve Enna’nın oğlu Samo’yu kız kardeşinin ölümü çok üzmüştü:

Kız kardeşi Mari, şehrin Ermeni tebaasından Gewro’ya sevdalıydı.  Evlendiler. Kader bu ya! Mari bir süre sonra kırklı yılların onulmaz illeti verem hastalığına yakalandı. Eşi Mari’yi tedavi için Beyrut’a götürdü.  Çare olmadı. Ölüm haberi geldi.

Bacısı güzeller güzeli Mari’nin Beyrut’ta bir hastanede  öldüğü haberini alınca Samo ağladı.  Bacısının ağzından bir ağıt yaktı.. Bu türkü dillere düştü. Sonraları birileri bu besteyi kendi adlarına plağa okuyacak, hatta birileri de sahiplenecekti:

“Aman hasta düştüm gurbet elde

Vallah su verenim yoktur

Sılada anamın babamın haberi yoktur

Gönder beni sılama, vala gurbette kimsem yoktur

Yetiş anam imdada valla bu yara beni harap etti

Anam, anam garip anam.

Valla doktorlar bana dedi

Dön artık çaren yoktur

Sağdan sola dönemem, vala ızdırabım pek çoktur

Döneceğim doktor beyim

Billah takatim yoktur

Yetiş anam imdada,

Valla bu yara beni harap etti….”

Evet, ömrümce gurbet benim hep içimde oldu. Ne yazık ki artık “Yetiş anam!” diye feryat edeceğimiz kimsemiz kalmadı.

Türküsünden manisine, oyasından kilimine, adaklarından halk oyunlarına kadar aklımıza gelen her türlü folklor ürününe gurbet, hasret ve sıla duyguları yansımış. Hele hele halk hikâyelerimizde, halk şiirimizde ve türkülerimizde gurbet duyguları ilk sırayı alır olmuş.

Gurbeti ya da sılayı bir köy, deniz, coğrafi herhangi bir toprak parçası olarak tanımaya çalışanlar yanılırlar.

Gurbet, beşiklik döneminden beri hep özlemli ninniler ve türkülerle büyüyen Türk insanının benliğinde yaşamakta. Gurbet ve sıla duygularını türkülerimizde yaşayacağız. Nevzat Güver’den Neriman Tüfekçi’nin derlediği Edirne türküsünü anımsadım:

 “Aman dayler yol verin

A beyler ben sılama varayım

Sılam yeşil yaprak açmış

A ben nasıl dayanayım

Gurbet de sıla da anıların gamlı gamlı söyleştiği yerdir. Yoksa özlenen fiziki bakımdan ne anadır ne bacıdır ne ahbaplardır ne de uğruna canlar verilesi sevgilidir.

Gurbet duyguları olmasa, halk ozanlarının semtine uğrar mı ilham perileri? Gurbet ve sıla duyguları olmasa türküler mi yakılır türküler üzerine? Bülbüller dert mi katar dert üzerine?

Gelinin gönlü mü yıkılır, yiğidin beli mi bükülür? Anaların var olan ömrü yok olur mu? Babalar gözyaşlarını içlerine akıtırlar mı?

Gurbete giden gelir mi? Gelip de sevdiğini bulur mu? 

Gaziantep’te Hüseyin Kırmızıgül’den derlemiş türkünün sözleri gibi: 

“Gönül gurbet ele varma

Ya gelinir ya gelinmez

Her güzele meyil verme

Ya sevilir ya sevilmez”

 Türkülerimizden öğreniyoruz, “sılaya dönmeye yemin mi ettin” diyen Kayserili bacını ahvalini. Çorum türküsünden sıladaki evin bacasına bile duyulan özlemi… Erzurum uzun havası anlatmıyor mu “dört yanını gurbet sarmışken yapılan bayramın acısını. "Gine kısmet çekti gurbet ellere, /Acep nerden aşar yolumuz bizim?” diye soran Gaziantep türküsü gözü yaşlı yar ile kavuşulmazsa yaşanılacak perişanlığı anlatıyor.

Yarınki yazımda, gurbetin ruhumuzda bıraktığı derinlikten örneklerle söz edeceğim.