Bir halkın üzerinde yaşadığı, kültürünü oluşturduğu toprak parçasına vatan, yurt, memleket, ülke, el, bel, diyar gibi adlar veriyoruz. Bu adların hepsi kapsadıkları alan açısından bir biriyle ilgili sözcükler. Geniş alandan ve kazanmak için ataların ödediği bedelden; daha dar alanlara göre tanım yapmak mümkün. Günümüzde bu tanımlar bir birlerinin içinde yer alıyorlar.
Yurt için, insanın doğup büyüdüğü yaşadığı yer, memleket, diyebiliriz. Kimi nitelik veya değerleri taşıyanların çokça bulunduğu yere diyara da söyleniyor. Örneğin, “burası ozanlar yurdu” deriz. Bir şeyin ilk veya çok yetiştirildiği yere, bir grup insanın oturduğu, yetiştirildiği, bakıldığı yerlere, narenciye vatanı, öğrenci yurdu, sağlık yurdu gibi adlar veriyoruz.
Sözlüklerimiz; vatanı, “üzerinde yaşanılan toprak parçası, yurt,” diye açıklasa da, yurdu, vatanın bir parçası olarak görmek yerinde olur sanıyorum. Vatanın daha kapsamlı bir anlamı olsa gerekir. Diyebiliriz ki, vatan, uğrunda kan dökülen, can verilen, tarihten izler taşıyan geniş ve kutsal bir topraktır.
İstiklal Marşımızın şairi şöyle diyor:
“Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki fedâ?
Şühedâ fışkıracak toprağı sıksan, şühedâ!
Cânı, cânânı, bütün varımı alsın da Huda,
Etmesin tek vatanımdan beni dünyada cüdâ. …”
Mehmet Akif Ersoy, Türk milletinin bir ferdi olmaktan her zaman gurur duymaktaydı. Şan ve şerefle dolu Türk tarihine hayrandı. Bunu eserlerinde yansıtmıştı. Amacı, yurdunu, milletini seven, sahip çıkan ve yeri geldiğinde uğrunda ölebilen insanlar yetişmesini sağlamaktı. Bunu şu dizelerle dile getirmekteydi.
Sahipsiz olan memleketin batması haktır
Sen sahip olursan bu vatan batmayacaktır
Yine tanımlara dönecek olursak, yurt veya vatan; üzerinde doğup büyüdüğümüz, toprağından, suyundan, yeraltı ve yer üstü her türlü zenginliğinden yararlandığımız, havasını soluduğumuz topraktır.
Türklerin en büyük özelliklerinden birisi vatanını aşk derecesinde sevmeleridir diyebiliriz. Türkün ruhunu ve vücudunu oluşturan unsurların içerisinde vatandan bir parça var gibidir.
"Mal canın yongasıdır." diyen Türkler, vatanlarını mallarından daha çok sevdiklerinden, Vatan uğruna canlarını vermekten çekinmezler.
Türkler için "At avrat, silah" çok önemlidir. Bu üç nesne namustur. Bunlar için kavga edilir. Gerekirse can verilir. Ama bu üç nesnenin üzerinde birisi daha vardır ki, o hepsinin önünde gelir. Bu vatan sevgisidir.
Mete hükümdar olmuş, iç işlerini devlet teşkilatına düzene sokmakla meşguldü.
Gobi Çölünün ötesinde Mançurya'dan Kore’ye kadar uzanan bölgede oturan Hung-Hu'lar, Mete’nin güç kazanmasına fırsat vermek istemiyorlardı. Savaşa bahane aradıklarından Mete’den saatte yüz kilometre hız yapan değerli atını istediler.
Mete’nin yakınları, atı vermektense savaşmayı uygun gördüler, ama Mete savaşmaktansa atı verip meseleyi kapatmayı uygun buldu.
Bu yoldan istediklerini sağlayamayan düşmanları bu sefer en gözde prenseslerden bir tanesini istediler. Mete’nin bu hakarete dayanamayarak savaşa gideceği sanılırken o savaşı önlemek için prensesi de göndermekte tereddüt etmedi.
Bu sefer düşmanları Mete'den sınır boyunda, gerçekten bir işe yaramayan çorak bir arazi parçasını isteyince Mete bunu vermeye razı olmadı. Devlet adamlarının "Atınızı ve karınızı verdiniz. İşe yaramaz bu araziyi de veriniz" önerilerine karşı çıktı:
“At ve prenses benimdi. Onları verdim. Fakat sizin yaramaz bir kanış toprak dediğiniz yer, vatanın bir parçasıdır. O benim değil, milletin malıdır. Millet ve devletin malını kim başkasına verebilir? Ataların kanlan ile kazandıklarını millet malını peşkeş çekeceğine ölmeli daha yeğidir," diyerek devlet adamlarını azarladı. Derhal sefere çıkarak, Çinlere derslerini verdi.
Bu olay Türklerin vatan konusunda ne kadar hassas, ne kadar titiz olduklarını gösterir. Vatan, Türk’ün en kutsal varlık olarak saydığı canından ırzından malından daha üstündür.