Yaşımız ilerledikçe sanki zaman hızlanıyor. Eski anılar, yaşadıklarımız daha çok aklımıza geliyor. Sis bulutlarının arasından parça parça süzülüyor görüntüler.

Büyüdükçe yeni rutinler ekleniyor yaşamımıza. Mezarlık ziyaretleri bunlardan biri. Yaşımız küçükken mezarlıklarda kimsemiz yoktu ya da biz bilmiyorduk. Büyüdük. Şimdi sakladığımız sevdiklerimiz var orada.

Çocuklarımız büyüdü. Çoktan kendi hayatlarını ve yuvalarını kurdular. Onlarla gelişen alışkanlıklar da bitti. Ne okuldan almaya gitmek kaldı ne de okula bırakmak. Mezuniyet sevinçleri yaşadık hep beraber. Nişanlar, düğünler.

Bayramlarda toplandığımız baba evinin kapısı çoktan kapandı. İnce sızılı bir özlem edindik o evden ayrılırken. Camlarda, balkonlarda annelerimizin sevdiği çiçekler de yok oldu. O sardunyalardan biri kalsaydı geriye belki bize mutlu bir anımızı fısıldar; o günlere gitmemizi sağlardı ışıktan hızlı olan aklımızda.

Dostlarımız, arkadaşlarımız değişti. Kimi silindi gitti kimilerini biz sildik. Çocukluğumuzdan bir iki kişi ya var ya yok hayatımızda. Yeni dostluklar, yeni arkadaşlıklar kurduk. Bazen anılarımızı anlatıyoruz birbirimize. Gülüyoruz. Her kahkahamız buruk bir sızıyla sonlanıyor.

Sahi biz neyi özlüyoruz? O insanları mı yoksa beraber yaşadığımız anları mı? Bazen her ikisi de oluyor bazen de tek tek geçiyor içimizden bu duygular.

Yaşıyorsa Allah uzun ömür versin öldüyse Allah rahmet eylesin cümlesini sıklıkla kurar olduk uzun süre haber alamadığımız, görmediğimiz, bu dünyada harcadığımız zamanın içinde yer almış birilerine. Yürekten diledik bu temenniyi.

İnsanın gençlik yıllarını özlemesinden doğal ne olabilir ki? Üçer beşer çıktığımız merdivenler, sabahtan akşama maç yaptığımız günler özlenmez mi? Bitmeyecek sandığımız bir enerjiye sahiptik. Gelecekle ilgili hayallerimiz vardı ama gelecekte bizleri nelerin beklediği hakkında hiç bilgimiz yoktu. Bunun farkındaydık ve çıldıracak derecede merak ediyorduk yirmili, otuzlu, kırklı yaşlarda neler olacağını.

Geçmişimizi de kendimizle sürüklüyoruz; ya da geçmişimiz bizi sürüklüyor muğlak bir sonsuza. Çünkü yaralarımız da bizimle geliyor her yere. Asla bırakmıyor yakamızı. Bir kere daha tekrarlıyorum kendime; yara sonsuzdur mutluluk anlık.

Mutsuzluk kalıtsaldır, acı kalıtsaldır.

İncitilmiş çocukların kendi çocuklarına yaklaşımları ne kadar sevseler de incitici olacaktır. Sevgi sevilerek öğrenilir. Sevme yeteneği tanrının bir armağanıdır insanlara. Ve mutlu olabilmenin tek yolu. Sevdiğimizi duyumsadığımız an başlar mutluluk. Sevmeyi bilmeyen insan mutlu olamaz ki.

Elbet zamanın bir yerinde kırılabilir bu kısır döngü.

Birgün biri çıkar karşımıza geçmişimizle barıştırabilir bizleri. Hatta şunu bile söyleyebiliriz; geçmişimden bir parçayı çıkarsam ben onu bulamazdım ve asla barışamazdım hayatla. Bu söylendiği anda kapanır içimizdeki yaralar.

En mutlu anımız sevdiğimizi hissettiğimiz andır. İnsanları, canlıları, hayvanları, ağaçları, çiçekleri sevdiğimizi hissettiğimiz kadar mutluyuz.

İnsan yaralarından insan oluyor. Yaralarından, yaşadıklarından yaratıyor kendini. Yaşayarak, görerek, öğrenerek insan olma yolunda ilerliyoruz. Zamanımızın tükendiği noktaya kadar o yolda yürümeye ve öğrenmeye devam edeceğiz.

Sevme yeteneği tanrının insanlara armağanıdır.