Peşin bir kabul ile ifade edelim ki unvanları seviyoruz. 20 yıldır ülke yöneten devlet başkanının (Erdoğan) diploması olup olmadığı tartışmaları yahut akademik kariyeri nedeniyle bir başkan adayına (OĞAN) sempati duymamız bunun güncel örnekleri.
Tabi ki modern bilim, buna bağlı disiplinler ve akademik başarı saygıyı fazlasıyla hak ediyor ancak bazen kantarın topuzunu kaçırıyoruz. Birinin üniversite mezunu veya profesör olması, en iyi uygulayıcı veya vizyoner olacağı anlamına mı gelir? Bir diğer ifade ile; akademik eğitim lider mi yoksa görev insanı mı yetiştirir? Diploma veya profesörlük unvanı 20 sene ülke yönetmiş bir devlet başkanının tecrübesinden daha mı önemlidir?
Akademik başarı ile hayatta başarının kesişim kümeleri bazı ortak özellikleri kapsıyor olsa da akademik başarı için öne çıkan özelliklerin motivasyon, disiplin, odaklanma, öğrenme stratejisi ve azim gibi aynı noktaya yönlendirilmiş dikkat yetenekleri olduğunu söyleyebiliriz. Hayatta başarı ise farklı alanlarda becerilere ve niteliklere sahip olmayı gerektirir. İletişim yetenekleri, problem çözme becerileri, liderlik kabiliyeti, işbirliği yapabilme, yaratıcılık, özgüven, esneklik gibi kişisel ve sosyal beceriler bunlardan sadece birkaçı. Motivasyon, azim, hedef belirleme ve zaman yönetimi gibi özellikler de bu listeye eklenebilir. Hayatta başarı değerlerin, tutkuların ve kişisel hedeflerin uyumlu bir şekilde birleştirilmesini gerektirir.
Akademik başarılar insanlara unvanlar verir ve modern dünyanın bildiğimiz en yüksek unvanı profesörlük. Bu da bizde profesörlük unvanına sahip olanların Nietzsche'nin tabiriyle üstinsan yani bir nevi süper insan oldukları algısı yaratır. Son derece saygın bir unvan olan profesörlüğü veya akademik başarıyı eleştirmek niyetinde değilim ancak doğru parçayı doğru yerde kullanmadığımız için sistemin sağlıklı çalışmadığını düşünüyorum. Eğer akademik başarı olmazsa olmaz ise; profesörlük unvanının kabulünden bugüne (hatta bugün yönetimde olan) devlet başkanlarının büyük çoğunluğunun profesör olması gerekmez miydi? Yahut aşağıda isimlerini sıraladığım dünyanın en zenginleri arasında yer alan modern dünya mucitlerinin, onları yavaşlattığı ve körelttiği gerekçesi ile üniversitelerini terk etmelerini nasıl açıklayabiliriz?
Elon Musk: Stanford Üniversitesi'nde okurken okulu bırakarak internet tabanlı girişimcilik için çalışmalarına odaklandı. Elon Musk, Tesla Motors, SpaceX, SolarCity, Neuralink ve Boring Company gibi şirketleri kurarak, otomotiv, uzay ve yenilenebilir enerji gibi farklı sektörlerde inovasyon ve başarı sağladı.
Jeff Bezos: 1986 yılında Princeton'dan Bilgisayar Bilimi ve Elektrik Mühendisliği alanında mezun olmadan önce okulu terk etti ve 1994 yılında Amazon'u kurarak büyük bir başarı elde etti. Ayrıca, Blue Origin adlı uzay şirketini de kurmuş ve uzay keşfi alanında önemli bir rol oynadı.
Sergey Brin ve Larry Page: Google'ı kurmadan önce Stanford Üniversitesini bıraktılar.
Bill Gates: Harvard Üniversitesi'nde okurken okulu bıraktı ve Microsoft'u kurarak dünyanın en zengin insanlarından biri oldu.
Mark Zuckerberg: Harvard Üniversitesi'nde okurken Facebook'u başlatmak için okulu bıraktı. Facebook, dünya genelinde büyük bir sosyal medya platformu haline geldi.
Steve Jobs: Reed College'da okurken okulu bıraktı. Daha sonra Apple'ı kurarak, iPhone, iPad ve Mac gibi devrim niteliğinde ürünler geliştirmiştir.
Richard Branson: Virgin Group'un kurucusu olan Richard Branson, okulu bırakarak ticari girişimlere odaklandı. Virgin markası altında birçok sektörde faaliyet gösteren bir iş imparatorluğu oluşturdu.
Michael Dell: Teksas Üniversitesi'nde okurken okulu bıraktı. Dell Computers, kişisel bilgisayar üretimi konusunda dünya çapında tanınmış bir şirket haline geldi.
Örnekler çoğaltılabilir ancak bu kadarı dahi akademik başarı ile hayatta başarı arasındaki korelasyonun sandığımız şekilde işlemediğinin, en azından ortada ciddi bir çelişki olduğunun göstergesidir. Makul beklenti, bu icatların okulu terk eden öğrenciler tarafından değil, onlara ders veren profesörler tarafından gerçekleştirilmesi yönünde olur ancak tecrübeler öyle olmadığını kanıtlıyor. Değişen ve dönüşen dünyada, yeni teknolojilerin gerisinde kalmış veya geleneksel yöntemleri yeterince algılayamamış eğitim kurumlarından unvan almanın bir şart olmadığını, hatta bazen akademik eğitimin tek tipleştirerek körelttiğini kabul etmemiz gerekebilir. Aksi halde biz çocuklarımızın dünya ortalamasının altında yer alan üniversitelerimizde eğitim almasını hayat memat meselesi olarak görürken, dünyanın en iyi okullarını terk ederek inanılmaz başarı hikayeleri yazanların hikayelerine şaşırmaya devam edebiliriz. Çağı anlamaya, parçaları doğru yerde kullanmaya ve gençlere kulak vererek kendi hikayelerimizi yazmaya başlamamız dileğiyle…