Verimlilik kavramını toplumca anlayabildiğimizden, dolayısıyla uygulayabildiğimizden emin değilim. Bazı sektörlerde ve şartlarda üst düzey verimlilikle çalışan insanlarımız ve sistemlerimiz olduğu muhakkak ama toplumun geneline bakıldığında durum oldukça vahim.

Önüne gelenin yazar ve mentor olduğu çağımızda, birkaç video veya kitapla kişisel gelişim alanında içerik üretenlerin yönlendirmesi ile, zaten kavram olarak algılayamadığımız “verimliliği” de diğer pek çok konu gibi uçlarda yorumlayıp “çok çalışmak ile hiç çalışmamak” arasında bir yerlerde çekiştirip duruyoruz. Kavramın özünde “minimum girdi ile maksimum çıktı” felsefesi yatıyor ve bunu az sermaye ile maksimum kazanç veya az emekle maksimum iş olarak da değerlendirebiliriz. İşçiden ustabaşına, öğretmenden doktora, özel sektör beyaz yakalısından devlet memuruna, polisten hakime kadar birçok alanda üretim ve hizmet verimliliğine ihtiyaç duyuyoruz. Hayatınızda irili ufaklı rolleri olan kişileri (örneğin öğretmenlerinizi, çalışma arkadaşlarınızı, evinize gelen ustayı, markette çalışan kasiyeri, bankacınızı vb.) değerlendirmenizi istesem ve “sizce kaç kişiden kaçının gerçekten verimli çalışıyor” diye sorsam ne cevap verirsiniz? Zaten verimsiz olan toplumsal yapımızın diğer etkilerle tetiklenerek verimsizliğin zirvesine çıktığı seçim öncesi dönemi henüz atlattığımız bugün seçimin gizli maliyetini konuşmak için de sanırım en doğru gün olacaktır.

Eğitimsizlikten sistemsizliğe, hedefsizlikten ahlaksızlığa, hayallerle becerilerin örtüşmemesinden çürük üzüme bakarak kararmaya kadar birçok verimsizlik sebebi sayabiliriz ama hepsini sayısallaştırmak mümkün değil. Fakat verimsizliği nicelik ve nitelik yönünden değerlendirebilmek için önce sayısallaştırarak anlamamız, akabinde ise bu algı gözlüğünü çıkarmadan sayısallaştırılamayan alanlara bakmamız gerekiyor. Bu amaçla sürekli verimsizliğe neden olan bir unsuru örnekleyerek ilerleyelim. Bu örnekte sıklıkla karşılaştığım ve felsefesi ile uzaktan yakından alakası olmasa da neden sonuç bağlamında bir araya getirilmiş olan “din ve verimlilik” ilişkisinden bahsedeceğim. Cuma günleri birkaç saat ile yarım gün arasında ulaşılmaz olan, Ramazan ve Kurban bayramı gibi dönemlerde tatil ile çalışma günlerini birleştirip tatilini uzatan, Ramazan ayı boyunca öğleden sonra uyanan birçok insan tanıyorum. Bir yılda 52 adet Cuma vardır ve tümü işgünüdür. Ramazan ve Kurban bayramı tatil günleri çalışma günleri ile birleştirildiğinde 9 günlük iki ayrı tatil oluşur ve çalışma modeline göre 5-7 günü işgünüdür. Ramazan ayı 30 gündür… Değindiğimiz toplam gün sayısı (52+28+30) 100 gündür ve tüm yılın %27,40’ıdır. Dini hassasiyetlere ve dinlenme hakkına sonuna kadar saygı duyduğumun altını çizerek, değinmek istediğim noktanın “üretimden kaybolan zamanın sayısallaştırılması” olduğunu bir kez daha hatırlatmak isterim. Kavramlar ve sektörler üzerinden örnekler çoğaltılabilir. Bu sayısal veriler verimsizliğin oransal yüksekliği hakkında bir fikir verdiyse aynı bakışı sayısallaştıramadığımız ama algılayabileceğimiz “seçim öncesi verimsizlik” yönüne çevirelim.

Siyasi geçmişimizde bu beklentiyi destekleyen bir örnek bulunmamasına rağmen toplumumuz seçim sonuçlarının ülke ekonomisinde ve sosyal hayatında ani ve ciddi değişimler yaratacağına inanıyor. Bu inanç görece ciddi kararların (yeni projeye başlamak, ev – araba almak, yatırım yapmak vb.) genellikle seçim sonrasına ertelenmesine ve seçime kadar belirli bir sürenin yüksek bir verimsizlikle geçmesine neden oluyor. Siyasiler hizmet üretmek yerine seçime odaklanıyor, yatırımcılar fabrika açma kararlarını beklemeye alıyor, müteahhitler konut projelerini seçim sonrasına erteliyor, insanlar tüm beklentilerini seçim sonucuna endeksliyor. Belediye ve valiliklerdeki meclis üyelerinin çoğu seçim çalışmalarına katıldığından komisyonlar sağlıklı işlemiyor. Oy kullanmak için memleketine dönenler bu gidişi tatil fırsatına çeviriyor. Para piyasaları muhtemel yeni yönetimin ekonomi politikalarını tahmin ederek belirsizlikler içerisinde pozisyon almaya çalışıyor. Neticede seçim öncesi durgunluğu diyebileceğimiz yüksek verimsizlikte bir dönem yaşanıyor.

Ülkemizin çok ve verimli çalışmaya en fazla ihtiyaç duyduğu bugünlerde, depremzedeler hala yaralarının sarılmasını beklerken, İstanbul başta olmak üzere tüm ülkenin depreme hazırlanması gerekirken, enflasyon ekonomimizi zorlarken, Mehmetçiklerimiz sınır ötesinde görev yaparken, içeride ve dışarıda birçok sorunumuz çözüm beklerken bunca verimsizliği kabullenmek... Bugün bu konuda söylemek istediğim tek cümle ise:

Çıkar çatışmalarınız bittiyse artık kalkınabilir miyiz?