“Arılar yeryüzünden kaybolursa insanlık ancak dört yıl yaşayabilir. Arı olmazsa tozlaşma olmaz, bitki olmaz, hayvan olmaz, sonunda da insan olmaz.”
Arılar, dünyanın en tatlı doğal besini bal başta olmak üzere, arı poleni, propolis, arı sütü, arı ekmeği gibi mucize niteliğindeki birbirinden değerli besinleri üretirken çok daha büyük mucizelere emek verdiler.
Arıların dünyadaki varlıkları insandan çok öncesine dayanıyor. Bilinen ilk arı fosili 100 milyon yıl, ilk insan fosili ise 300 bin yıl öncesine ait. Yani biz yokken onlar vardı. Evet, yeryüzünün en eski sakinlerinden olan arılar, kelimenin tam anlamıyla, binlerce yıldır dünyayı çekip çeviriyor.
Bitkiler gerek besin olarak gerekse de solunumlarıyla, yeryüzündeki tüm canlıların temel yaşam kaynağını oluşturuyor. Üreyebilmek için ise bitkilerin pek çoğu, polenlerinin ve tohumlarının doğal yollarla taşınmasına ihtiyaç duyuyor. Rüzgâr gibi dış kuvvetler ve kuşlar, bu konuda önemli bir rol oynuyor. Ancak bitkilerin üremesindeki en önemli yükü arılar üstleniyor. İlkbaharda çevremizdeki hava, rüzgârla uçuşan çiçek tozlarıyla dolar. Çiçek tozları bitkilerin erkek üreme hücrelerini taşıyan mikroskobik taneciklerdir. Bu taneciklerden biri bir çiçeğin yapışkan tepeciğine konduğu zaman, içindeki erkek üreme hücresi çiçekteki dişi üreme hücresiyle birleşir. Gerçekleşen döllenmenin sonucunda bitkinin çoğalmasını sağlayan tohumlar oluşur. Bütün çiçekli bitkilerin yaklaşık yüzde 80’i meyve verebilmek için böceklerin tozlaşmayı sağlamasına ihtiyaç duyar; bu işin büyük bir kısmını bal arıları üstlenir. İnsanların tükettiği besinlerin yaklaşık yüzde 70’inin üretimi arılar aracılığıyla sağlanır. Bu da tükettiğimiz hemen her öğünü arılara borçlu olduğumuz anlamına gelir. Arılar aracılığıyla bitkilerde gerçekleşen tozlaşma sayesinde, asırlardır bitkilerin yaşamı devam ediyor. Yaşayan bitki ürün veriyor, İnsanla birlikte birçok canlı türünü besliyor. Yaşayan bitki, canlıların, içine çekeceği oksijeni bulmasını sağlıyor.
Ancak şu anda birçok arı türünün nesli tükenme riski altındadır. Bir bölgede arı popülasyonunun azalması, o bölgedeki doğal yaşamın da hızla tahrip olabileceğini haber veriyor! Çünkü bugün aldığımız oksijenin ve tükettiğimiz besinlerin büyük bir çoğunluğu, aslında arılar sayesinde üretiliyor. Dolayısıyla arıları korumak, henüz geç değilken doğa için üstlenmemiz gereken en önemli sorumluluklarımızdan biri... Ve bunun için sadece arı dostu çiçeklerin ekimini yaygınlaştırarak, ummadığımız kadar büyük bir dönüşüm gerçekleştirmemiz mümkün! Kendisi küçük, ekosistem için önemi büyük arıların yokluğunun telafisi mümkün değil. Hızla yok olan arıların en sevdiği bitkilere göz atalım birlikte; Lavanta, kekik, adaçayı, biberiye, yonca, karahindiba, bakla, acı bakla, ayçiçeği, kanola, arı otu, hodan, nane, kabak çeşitleri, ayçiçeği, ıhlamur, iğde, kestane, erguvan, yalancı akasya, badem, mum çiçeği, papatyagiller, gülgiller, ballıbabagiller, yeni dünya, dağ çileği, mor salkım, kadife çiçeği, sardunya, hanımeli, çiğdem, geven, kestane. Arıların dikkatini en çok mavi, mor, eflatun, beyaz ve sarı çiçekler cezbediyor. Güzel olmaz mıydı bahçelerimize, balkonlarımıza rengarenk mis kokuları bitkileri ekseydik, hem biz faydalansaydık güzelliklerinden hem de güzelim zar kanatlılar…
Arılara minnetimizi ne kadar göstersek az. Arıların korunabilmesinde, arı ve ekosistem ilişkisine dair farkındalık yaratmak büyük önem taşıyor. Dünya Arı Günü, her yıl birçok ülkede, arı ve yaşam arasındaki bağın önemine dikkat çekmek amacıyla çeşitli etkinliklerle yaz mevsiminin yaklaştığı ve arı popülasyonlarının doğaya akın ettiği mayıs ayında (20 Mayıs) kutlanmaktadır.
Tüm çabalar yerini bulsun ve çok yaşasın arılar.
* * *
Buğday Hareketi ve Buğday Derneği’nin kurucusu; genç yaşta hayata veda eden Victor Ananias’ın “Yaşam Dönüşümdür” kitabında Meyveyi Yemek, Meyve Olmak” adlı bir yazısı vardır: okuduğumda çok sevdiğim o yazıdan bir kesiti de paylaşmak istiyorum sizlerle. (yazının tamamına derneğin web sitesinden de ulaşılabilir.)
“mümkünse yürüyerek, hatta yalınayak, içinde bulunduğunuz dönemde meyveleri olgunlaşmış bir ağaç bulun. Ağaca yaklaşırken onu besleyen toprağı, toprak üzerindeki diğer arkadaşlarını, onunla alışverişte olan diğer canlıları selamlayın. Seçtiğiniz saat, meyveleri olgunlaştıran ışıklarını çok uzaklardan, evrenin karanlığından gönderen güneşimizin o gün kendini yeni göstermeye başladığı sabah saatleri olsun. Ağaca yaklaşırken birkaç adımda bir durun, bakın dikkatlice, meyveleri, onların süsü yaprakları, onları taşıyan dalları görün. Sonra derinleşin, derinleşin ve toprağı kucaklamış köklerini, gövdede, dallarda yürüyen özsuyunu, nefesini görün ağacın. Ağaca, meyvelerine dokunmadan önce, tüm kalbinizi açarak onun yaradılışındaki mükemmelliğe, sürekli dönüşümüne ve sizinki ile aynı tasarımcının ürettiği, yaşattığı bu mucizevi aynanıza bir kez de kalp gözünüzle bakın. Sonra dışa dönün yeniden, iştahınıza, ağacın size sunduğu meyvelere yönelin. Dikkat edin, tüm meyveler size sunulmamıştır, hepsi olgun dahi olmayabilir, hatta hiçbiri hazır değildir belki o an kopartmanız, yemeniz için. Ya da belki ağacın dibine düşmüştür olgun bir meyve, bulunduğunuz yerde tam ayağınızın hizasında bir yerlerde, otların üzerinde bekliyordur. Size sunulan olgun meyveyi bulduğunuzda, hak ettiğinize emin olduğunuz zaman alın onu, dikkatlice tutun, dokusunu, kokusunu hissedin, içinize çekin ve bakın yakından, başka bir böcek, kurt, kuş izi görürseniz onunla, meyvenizi nasıl adil bir şekilde paylaşacağınıza karar verin. Meyvenin çiçek halini gözünüzün önüne getirin, onu dölleyen arının özenini, kanat çırparak çiçeğin önündeki duruşunu hatırlamaya çalışın…”
İnsanlık için yaşam, yeryüzünün meyveleri çiçek açtığı, olgunlaştığı, tohum verdiği sürece devam edecek…