Hani bir şarkının nakaratı var ya “.. Geç buldum, çabuk kaybettim, hicran oldu hayat bana.. ” Varsayınız ki Yaşar Özel’den ya da gazelli olarak Hamiyet Yüceses’ten dinliyorsunuz. İşte öyle bir şey oldu yaz günleri. Kırk naz ile geldi. Sıcak hava dalgasıydı, yangınlardı, sellerdi derken hayıtımızı hicran ederek, bir ihanet sarmalında, apansız sonbaharı kollarının arasına aldı.
Orhan Veli Kanık, yıllar yıllar önce bir bahar günü için şöyle demişti:
“Benim de mi düşüncelerim olacaktı, / Ben de mi böyle uykusuz kalacaktım. / Sessiz, sedasız mı olacaktım böyle? / Çok sevdiğim salatayı bile / Aramaz mı olacaktım? / Ben böyle mi olacaktım?”
Bir farkla ki, ben yedi sekiz yıl önce baharda değil, sonbahar girişinde böyle mi olacaktım, diye kendi kendime sormuştum. Bugün kalp yordamıyla usulca yokladım. Oturup birkaç dize yazmak istedim. Heyhat!... Gönül telleri, tozpembe yılların platonik sevdalarına yapışıp paslanmış kalmış. Ne ses, ne nefes. Demem o ki, şiir yok gayri:
“Gönül bir damlacık aşka özlemli
Şiir iklimleri kurak dil argın.
Bülbül gitti solgun güller sitemli;
Çatlamış topraklar gibi his yorgun.
Kaf Dağ’ında gözü pek deli kan aşk,
Damardan kızıl lav gibi akan aşk,
Dinmez isteriyle yakan yıkan aşk;
Şimdi derinlerde yemekte vurgun.
Yaşamalı aşkı altı duyuda,
Kalbin duyusu ki, derin uykuda;
“Haydi uyan!” emri, yalnız arzuda;
Arzu var, canân yok, dizeler durgun.
Oysa, bir dokunuş, bakış yeterdi
Bu yangın yerinde güller biterdi
Yürekler ses verir, baca tüterdi
Kalmamış gözde fer, dudaklar dargın.”
Derler ki, “sonbahar şiir okuma mevsimi değildir, yazılmış şiirleri anlama ve onların içindeki sırların anlamına erme zamanıdır.” Bence, yazmaya gerek yok. Bizatihi sonbaharın kendisi şiirin hasıdır. Bilmem siz ne dersiniz. Bel ki siz de diyeceksiniz ki:
“ … güneşin yaz tazesi ışıklarının yerini kış kaçkını ışınlara bırakma sürecidir sonbahar. Doğanın içinde kalan son enerji kırıntılarını alevden bir katmanla üstüne çekip hafif hafif yanlamaya başladığı zamandır. Haberler bitsin, kalkıp bir çay koyacaktır. Göçmen kuşlar öndekinin kanat seslerinin rüzgarında güneye yönelmişken, eve giren kestane kokusudur. Dur şu film de bitsin kalkıp yerine yatacaktır. Bitmez sandığımız sinir bozucu bir yazın sonunda gelememişse hala bir kente, her taşın altında, her kuşun kanadında, her akşam rüzgarında aranan, özlenen, beklenen bir hayal tortusudur. Hüznün canyoldaşı, aylaklığın birinci şartı, dinginliğin doruğudur.”
Hasılı yazlık günlerimizin sonbaharı da bir başka güzellik içindedir. Ancak ağustos ortasından eylül ortasına gelinceye dek kimi türkülerden kimi şarkılardan birkaç mısra dilinize pelesenk olmaya başlar.
Rıza Tevfik Bölükbaşı’nın sürgün yıllarında oğlu Mehmed Sait’e yazdığı şiirinin iki kıtası dilimden düşmez olur. Biraz da doğuştan gurbet kuşu olduğumuzdan olsa gerek:
“Uçun kuşlar uçun!.. Doğduğum yere;
Şimdi dağlarında mor sümbül vardır.
Ormanlar koynunda, bir serin dere,
Dikenler içinde sarı gül vardır.
……..
Uçun kuşlar uçun! Burda vefâ yok!..
Öyle akarsular, öyle havâ yok!
Feryâdıma karşı aks-ı sadâ yok!
Bu yangın yerinde soğuk kül vardır…
Evet ülkemin yangın yerinde soğuk küller var. Özellikle emekliler feryadı figan içinde. Kulaklar kapalı. Hüznümüzü bile ağız tadıyla yaşamaktan uzağız. Bu mevsimde yazlık yerini bir başka burukluk, dost ailelerin birer ikişer, ekmek teknelerinin olduğu, geçim değirmenlerinin döndüğü, yavrularının torunlarının aydınlandığı okulların bulunduğu yerlere dönmeleriyle başladı. Giderek yalnızlık sarıveriyor dört yanınızı. Bu yıl uzun süre kalmak için kararlıydım. Ama kararlığımı 15 ekime kadar sürdürebileceğim. Buralardan kışlığıma gitmek istemesem, içim ezim ezim ezilse de, 19,20,21,22 Ekim 2023 tarihlerinde İstanbul Yenikapı’da yapılacak Sivas Günleri’ne katılacağım. Hemşerilerimle buluşup, onlara konuşacağım.