Bana şair demeyiniz, utanırım diyorsam, laf olsun torba dolsun değil, gerçeğin öz evladı. Ne güzel söylemiş Şeyh Galip:

“Zannetme ki şöyle böyle bir söz

Gel sen dahî söyle böyle bir söz.”

Gerçi şerh etmeye gerek yok ama, şöyle bir pekiştirelim: “Billâh bu özge mâcerâdır Sen bakma ki defter-i belâdır Allah şahit ki bu bambaşka bir hikâyedir, ona bir bela kitabı gibi bakma. Zannetme ki şöyle böyle bir söz Gel sen dahi söyle böyle bir söz Bu hikâyenin şöyle böyle bir söz olduğunu sanma! Eğer gücün yetiyorsa hadi gel sen de buna benzer bir söz söyleyiver!”

Durup dururken bunları yazmanın ne gereği vardı? Erzincanlı Hafız Salih’in türküsünü dinleyince, ben nasıl şairliğimden utanmayayım, nasıl “Aman Allah!” diye feryat etmeyim:

“Taşa verdim yanımı

Toprak emdi kanımı

Ezraile can vermezdim

Canan aldı canımı

Eyy Aşk! Sen nelere kadir değilsin ki, Azrail’e can vermezdim, canan aldı canımı… Keşke canana kavuştuğumuz andan sonra da onların kıymetlerini bilebilsek. Kadına şiddet ve cinayetler yaşanmasa artık.

Elbette Yurttan Seslerde dinlerdim. Ama radyoda sanatçıların dört türküden oluşan on beş dakikalık programları olurdu ki, Nezahat Bayram’ı pür dikkat dinler, her türküyle hayal dünyama kanat acırdım.

Nezahat Bayram’ın söylediği türkülerden biri Muzaffer Sarısözen’in derlediği Erzincan Türküsüydü:

Keklik gibi kanadımı süzmedim

Murat alıp doya doya gezmedim

Bu kara yazıyı kendim yazmadım

Alnıma yazılmış bu kara yazı

Kader böyleymiş ağlarım bazı”       

. Araya bir uzun hava girer ki Erzurum dağları yüreğimi ezim ezim ezerdi ama, bir türkü daha başlardı; kendimi, türkünün anlattığının yerine koyardım:

“Tanrıdan diledim bu kadar dilek

O yârin yüzünü bir daha görek

Bana kısmet değil dizinde yatmak

Dizinde yatıp da yüzüne bakmak”

Ben size Nezahat Bayramı değil, Hafız Salih’i anlatacaktım. Gençlik başımda duman olduğu için yine daldan dala konmaya başladım.

Muzaffer Sarısözen’in derlediği bir Erzincan hoyratı var:  

“ (Oğul) Kuleden gel kuleden

Sesin aldım kuleden

O senin kaşın gözün

Beni sana kul eden

.. “

Bu türkülerin kahramanı, yakıcısı veya kaynak kişisi kim? Elbet bu sorunun cevabını bilenleriniz vardır. Ama itiraf etmek gerekir ki, söyleyen sanatçıları biliriz de kimden alındığını ya da derlendiğini bilmeyiz. Yormayım sizi bu türküler Erzincanlı Salih’ten derlenmişti.

Size dilimin döndüğü, aklımda kalanıyla kadar Erzincanlı Hafız Salih’ten söz edeceğim: Soy adı Dündar’dı. 1912 yılında Erzincan'a bağlı eski adı Sılbıs, yeni adı Ekmekli olan köyde doğdu.

Dündarzadegil İbrahim Efendi'nin oğluydu Babası İbrahim Efendi hafız olmasını istiyordu. Sesinin güzelliği bütün Erzincan’da yayılmıştı. O hafızlıkla yetinmiyor, arkadaş toplantılarında türküler de söylüyordu.

Plak doldurma hevesiyle İstanbul yollarına düşmüştü. Sarışın, mavi gözlü, uzun boylu bu Anadolu delikanlısı, kısa bir sürede yeteneğini müzik çevrelerine kabul ettirmişti. Gazinolarda program yapmaya başlamıştı.

Erzincanlı Salih İstanbul’a yerleşmişti. Ünü her geçen gün artıyordu. Peş peşe plakları çıkıyordu. Bazen Erzincan’a giderek özlem gideriyor, sonra yeniden İstanbul’a dönüyordu. Bu durum 1939 Erzincan depremine kadar sürdü. Depremde birçok yakınını kaybetmişti.

1953 yılının 13 Şubat günü, Erzincan’ın düşman işgalinden kurtuluşunun 35. yıldönümü nedeniyle Ankara Radyosunda bir program yapılacaktı. Erzincanlı Salih Dündar Programa katılmak için Ankara'ya geldi. Burada kalp krizi geçirdi. Hastaneye kaldırdılar, Üç ay yattı.  Hastaneden ayrılıp Erzincan'a döneceği sırada vedalaşmak üzere tekrar radyoevine uğraşmıştı. Kendisinden bir program yapmasını istemişlerdi. 29 Nisan 1953 Çarşamba günü Seyfettin Sığmaz'la birlikte prova yapmıştı. Kayıt için stüdyoya girerken yeniden kalp geçirerek hayata gözlerini kapadı. Ruhu şad olsun.

Yarın size türkülerimizin bir başka meçhule düşmüş kahramanından söz edeceğim. Kim olduğunu biline bir kitap armağan edeceğim.