Kendisinin midir ya da kimden almıştır bilmiyorum. Ben, Reşat Ekrem Koçu’nun yazısında okumuştum: “Oğullar ataya yürek yağıdır, / Oğulun iyisi gamı dağıdır, / Oğulu kim atanın hemsâzı olsa, / Safalı bağı, bostan bağıdır. / Oğlu kim dua alup makbul olsa; / Atanın devleti, yüzü akıdır.”
Yıl 1444. Osmanlı Sultanı Murad Gazi, genç olmasına rağmen, gazalardan yorgun düşmüştür. Amacını Çandarlı Halil Paşa’ya şöyle anlatır: “Oğlumu tahta geçireyim, padişah ideyim. Ben hayli seferler, gazalar ittim. İmdi benim oğlum dahi, benim hayatımda göreyim ne suretle padişah olur.”
Mehmet henüz ondört yaşında bir çocuktur. Manisa’dan Edirne’ye çağrılarak babasının emriyle, Edirne Sarayı’nda tahta oturtulur. Artık adı, İkinci Sultan Mehmet’tir. Onu Fatih Sultan Mehmet olmaya götüren yolculuk başlamıştır. Abdülhak Hâmid Tarhan’ın “Merkad-ı Fatih’i Ziyaret”inde söylediği gibi, “her anı bir devir” dir artık.:
“Sensin o padişah ki bu ümmet-i necîbe, Emsâr bahşişindir, ebhâr yâdigarın.”
Kuşkusuz ki, büyük şehirler bahşeden, denizleri yadigar bırakan büyük padişahın soylu ümmetine en büyük bahşişi İstanbul’dur. İstanbul, yüzyıllar boyu İslâm’ın hedefi, aşkıdır. Celâl Sâhir Erozan “Türk’e nasip etti Tanrı bu şerefi” diyor ve şöyle sürdürüyor bu aşkı anlatan şiirini:
“....
Parlayan Osman’ın rüyâsında
sendin:
Türk sana vurgundu, sen
Türk’ü beğendin.
Orhan’a fethini emretti
babası;
Senin sevgin oldu en büyük
mirası.
Yıldırım Türklerin dördüncü
hünkârı,
Aşkınla yaptırdı Güzelcehisarı.
Vakti gelmemişti; Allah’ın
muradı:
Yirmibir yaşında Osmanlı
tahtına
Oturan Genç Sultan göründü
bahtına!.
.....”
550 yıl önce, 1453’ün yirmisekizinci Pazartesi gününü Salı gününe ulaştıran geceyi Tacizâde Tuğrayı Cafer Çelebi’nin “Mahsurese-i İstanbul
Fetihnâmesi”nden aynen aktarıyorum: “Asker yürüyüş gününü öğrenince, pazartesi günü abdest alıp temiz çamaşır ve esvaplarını giydiler, vasiyetnamelerini yazdırıp gaza niyetine hazır durdular. Akşam olunca Orduyu Humâyunda dahi şenlikler oldu. Bütün asker çadırlarının önünde meşaleler yanıp her köşede tehlil ve tekbir âvâzı göklere direk direk yükseldi. Bir zaman sonra şenliğe nihayet verilip ordu halkı uykuya vardı. Gecenin üçte ikisi geçip, üçte biri kalmıştı ki, her kişi kalkıp gaza niyetine silahlarını kuşandı. Sultan Mehmet dahi o mübarek vakitte kalkıp abdest alıp iki rekat namaz kıldı. Cenab-ı Hakka tazarruda bulundu:
”İlâhi, elimden geldikçe sana lâyık amelde bulunmaya çalıştım. İrade senin, kudret senin, kuvvet senin! Benden talep, senden tevfik ve rıza!“ deyip müracaatını ”Fanurna alelkavmilkâfirun“ ayetiyle bitindi. Sabah namazını kıldıktan sonra, gaza niyetine silahlarını kuşandı. Kale fethi kastına eline bir altun şeşper alup, atına bindi. Sancağı çekildi. Sancaklar çözüldü. Tabıl ve nekkareler döğüldü. Gaziler, dilâverler hazır oldu. Padişah emretti ki asker yürüye.
”Taşı ve toprağı, silah ve cephanesi bana, geri kalan ne varsa gazilere yağma“ dedi. Evvela toplar gürledi. O zulmet içinde, güllelerin ardından gaziler yürüdü.
Aşağıdan yukarıdan harbiler,
ejderhalar gibi birbirine düştü.
Oklar yağardı, kılıçlar çatışırdı.
Davullar, zurnalar, nekkareler
gürler, askeri tahrik ederdi. ...”
Fethin hikâyesi böyle sürüp gidiyor. Burada sözü Yahya Kemal’e bırakalım:
“Vur pençei Alî’deki şemşîr
aşkına
Gülbangi âsmânı tutan pîr
aşkına
Ey leşkeri müfettihu’l- ebvab,
vur bugün
Fethi mübîni zâmin o tebşir
aşkına.
Vur! deyr-i küfrün üstüne
rekz-i hilâl için
Gelmiş o şehsüvâr-ı cihangîr
aşkına.
Düşsün çelengi Rûm’un,
eğilsün ser-i Frenk,
Vur Türk’ü gönderen yed-i
takdîr aşkına.
Son savletinle vur ki açılsın
bu sûrlar,
Fecr-i hücûm içindeki Tekbîr
aşkına.
YARIN: ULUBATLI
HASAN