Üniversite’ye adım attığım yıllardı. Eski Türk Edebiyatı’nı takip edebilmemiz için eski yazıyı da öğretiyorlardı. Kolay Osmanlıca metinleri ilkokulda alfabe söker gibi okumaya çalışıyordum. Eski yazı metinlerin olduğu kitapta, bir şiire vurulmuştum. Kemalettin Kamu’nun şiiriydi “İzmir’e Tahassür” adını taşıyordu: Çok kere bu şiirin sonunda ağladığımı yazmışımdır. Şöyle başlıyordu:
“Anne, deniz nerde, yalımız nerde?
Hani gideceğimiz İzmir'e der de
Beni uyuturdun dizinde anne!...”
Zaten anne kucağından kopup gurbete düşen birisi olarak “anne” sözünü gördüğüm, duyduğum zaman, yüreğim eziliverirdi.
“İzmir’e Tehassür” başlığını okuyunca sözlüğe baktım. Tahassür, özlem demekti. Bir çocuğun işgal altındaki İzmir’e özlemini anlatıyordu. Sanki tahassür kelimesi, özlemden, hasretten daha iç yakıcı bir anlam taşıyor gibi geldi.
Ve nihayet bahara girdik. Keşke yorgun kalbim, bahar gibi fıkır fıkır kaynasa da ben de şıkır şıkır şarkılar söylesem:
Bahar günleri yazdığım aşk mektuplarında yer alırdı:
“Şimdi bahara erdim, gonca gonca gül derdim Uzanıp da alsana, sana vermeye geldim
Seni görmeye geldim, seni sevmeye geldim
O renkli yanağından, bir kez öpmeye geldim.
Özlem, tahassür ve de nostalji… Kız kardeşlerimden ayırmadığım bir kuzenim vardı: Adı, Hürmet. Erken ayrıldı dünyadan, uçmağa yürüdü. Çok severdim, sırdaşımdı. Eşi Erdal, daha önce aramızdan ayrıldı.
Otuz yıl olmuştur. Kaçıp giden yılların arkasından yetişemiyorum. O yıllar Erdoğan Berker rüzgârı esiyordu. Onun şarkılarında kendimizi yaşıyorduk. Biri var ki, sözleri Dr. Bekir Mutlu’nundu. İlk kez bir bahar günü Samime Sanay’ın sesinden dinlemiştim. Hürmet’de çok severdi bu şarkıydı. Her dinlediğimde kuzenimi anımsardım:
“Bir ilkbahar sabahı
Güneşle uyandın mı hiç
Çılgın gibi koşarak
Kırlara uzandın mı hiç
İçin sevinçle dolup
Uçuyorum sandın mı hiç
Geçen günlere yazık
Yazık etmişsin gönül sen
Öyleyse hiç sevmemiş
Sevilmemişsin gönül sen
Albümdeki o resme
Bakarken ağladın mı hiç
Geçip giden günlere
Kalbini bağladın mı hiç
………..”
Heyyy! Geçip giden günler. Heyyy hatıraalar! “Beni de alın ne olur koynunuza…”
Eminim. Otuzu kesin. Belki de kırk yıl oldu. Bir Aşyegül Durukan girmişti sanat hayatımıza. Ağır başlı, magazinin kirli çarklarına kendini kaptırmamış hanım hanımcık genç bir kız ya da kadındı. Önce, “Kanımda Kıvılcım” diye bir şarkıda dinlemiştim. Kanımızdan kıvılcımların sıçradığı yıllarımızdı. Sonra Ayten Baykal’ın güftesi ve Bilge Özgenin bestesiyle zirveye yükseldi:
“Sevgi dolu şu gönlüm bir kuş gibi kanatlı
Dünyam seninle güzel hayat seninle tatlı
Sen benim her şeyimsin canımsın candan yakın
Unutur sanma sakın unutmam unutamam
Sevginle yanar gönlüm bağrımdaki ateşsin
Dünyamı aydınlatan hayat veren güneşsin
Sen benim her şeyimsin canımsın candan yakın
Unutur sanma sakın unutmam unutamam.”
Belki üst üste beş kez bıkmadan dinlediğim olmuştur. Hele çılgınca söylenen “Sen benim her şeyimsin canımsın candan yakın,” nakaratlarında kalbimi yumruklayasım, sonra “Unutur sanma sakın unutmam unutamam” diye dinginliğe inerek, rahatlardım.
Ayşegül Durukan’ın arka arkaya plakları kasetleri sevenlerine ulaşıyordu. Radyoda, televizyonda dinlemeye, seyredilmeye doyulmuyordu. Önce söylediğim gibi zirvenin zirvesindeyken, evlendiğini okuduk. Sonra eşi ile birlikte arkasına bakmadan yurt dışına gittiğini öğrendik. Gidiş, o gidiş. Ne kimse gördü, ne duydu. Bu nasıl sevgi ve bağlılıktır ki, yaldızlı şöhretin büyüsü yerine eşinin yanını tercih etmişti.