Bahar geliyor. Kuraklığa rağmen ekinler nazlı nazlı dans ediyor esen soğuk poyrazın altında. Barajlarımız henüz dolmadı. Daha doğrusu doluluk oranları % 45 civarında.

Sanki yılın başlangıcı bahar ayında olmalıydı. Örneğin 1 Nisan’da. Bahar yeniden doğmak değil mi? Yeniden başlamak ve hep yeniden başlamak bahar. Onca yıla, onca yorgunluğa rağmen yaşamak için başını güneşe doğru uzatabilmek.

Birkaç hafta sonra daha da güzel olacak doğa. Pembe beyaz çiçeklerle kaplanacak dağlar taşlar. Çiçek kokularından başımız dönecek. Bir kere daha şükredeceğiz yeni bir bahara eriştiğimize; bir bahar daha gördüğümüze.

Yaşadığımız Dünya üzerinde karşılaşabileceğiniz en güzel görüntülerden biri rüzgarlarla dalgalanan buğday tarlalarıdır. Milyarlarca buğday tek bir gövdeymiş gibi görünür. Terapi gibidir inanın.

Bugün buralarda poyraz esiyordu. Akşamüzeri işimiz bitti yola çıktık. Çoktan uzamıştı gölgeler. Bir yerde esen rüzgarı karşısına almış gölgelerle buğdaylar sanki birbirine uzanmaya çalışıyormuş gibiydi.

Yol boyunca düşündüm; buralara gelmeden önce yani sizlerle beraber şehirde yaşarken rüzgarları da bilmediğimi fark ettim. Elbette biliyordum rüzgarları ama pratikte bir karşılığı yokmuş bende. Bir ezbere dönüşmüş yaşamak.  Doğanın içinde ne varsa yeniden öğreniyorum. Daha doğrusu doğa bana yeniden öğretiyor yaşamayı.

İnsan yağmuru bilmez mi bilir elbette ama yağmur beklemeyi bilmeyebilir. Doğa ana yeni anlamlar katıyor ömrümüze. Zeytin çiçeğinin kokusunu ilk kez içime çektiğimde şaşkına dönmüştüm bu güzel kokudan. Çok şükür bunu da kattım hayatıma. Yeri gelmişken o zeytinler için biz geçen sene çok yağmur bekledik ve diledik. Yağmadı ama gene de meyvelerini yetiştirmeyi başardı o güzel ağaçlar.

Bitkilerin olmadığı şehirlerde bitkisel hayattaymışız hepimiz.

Şehirden ayrılmaya karar verme sürecimde kendime en çok sorduğum soru ‘’sıkılır mıyım’’ sorusuydu. Çok yoğun ve koşuşturmalı bir yaşamın içinden dinginliğe, usul usul ve uzun uzun inen akşamlara, değişen zaman algısına , sessizliğe doğru bir yolculuktu önümde olan.

Korktuğum gibi olmadı. Yaşadığım her andan büyük bir keyif aldım. Kurduğum bahçeleri, baktığım ağaçları, diktiğim zeytinleri sevdim. Her gün artıyor mutluluğum. Ve bir şeyleri başarmış, gerçekleştirmiş olmanın yarattığı tadın ruhunuza ne denli iyi geldiğini duyumsuyorum sıklıkla.

Zeytin toplarken ısınmak için yaktığımız ateşin başında diktiğim fidanlara bakarken bir gün bu hayattan silineceğimi ama dört sene önce diktiğim şu zeytin fidanının belki yüzlerce sene o tepenin üzerinde kalacağı ve oradaki manzaranın bir parçası olacağı geçti aklımdan. Belki de bunu bana başka bir zeytin ağacı fısıldadı bana.

Acelemiz yok buralarda. Rüzgarı yüzümüzde hissederken, uzun uzun düşünebiliyoruz. İtiraf ediyorum hayal de kuruyoruz. En çok ceviz ağaçlarının altında oturmayı seviyoruz. Asmalardan sarkan altın rengi üzümleri seyretmek bazen yemesinden daha tatlı geliyor insana.

Bu gün çok güçlü esti poyraz. Hem üşüttü hem de yordu bizi. Köye ulaşıp köy kahvesinde tatlı tatlı yanan sobanın yanına oturunca soba da yeni bir anlam kazandı; içtiğimiz sıcak çaylar da. Sıcağın tadı başkaydı, poyrazın tadı başka.

Bahar geliyor. Kıpırdanıyor çiçekler kuru dalların içinde. Oğlaklar, kuzular çoktan oldu. Kar beyaz tüyleriyle yeşil otlaklarda koşturuyorlar.

Yaşıyoruz çok şükür. Ah bir de bunu anlasak.

İnsan içindeki yaşama sevincinden utanır mı? Utanabiliyor. Deprem gerçeği paslı bir bıçak gibi duruyor aklımızda. Utanıyor işte insan bazen içindeki yaşama sevincinden.

Utanmak da insanca. Utanabiliyoruz çok şükür.