Gidemesem de , gelmesem de, severim Erzincan’ı. Yüreğimin orta yerine oturttuğum ilk gurbet duygularına, Erzincan’ı ortak etmişimdir. Belki gurbet elde, 1939 Büyük Erzincan Depreminden sonra hayatta kalıp da İstanbul’a göç eden aileler arasında kalmamdandır. Sanatçı ruhlu, alçak gönüllü, vefalı kimselerdi onlar
Konuyu dağıtmayayım. Türk halk müziği ile profesyonel, amatör ilgilenen dinleyenler şurada dursun Kaç Erzincanlı Hafız Salih Dündar ile Şerif Tanındı’yı tanır?
Lise yıllarım, memleketimden uzak, yatılı okuldayım, anne baba, kardeş ve platonik sevgili özlemi zor geliyor. Başarısız bir öğrenciyim. Onları düşünmekten ders çalışamıyorum. Başarısızlığım babamın zoruna gidiyor. Bu nedenle bana hep dargın olduğunu hissediyorum. Çocukluk aklı olsa gerek, ölsem istiyorum, ölsem de babam şu uzun havayı söylese:
“Oğul, Kuleden gel kuleden
Sesin aldım kuleden
O senin kaşın gözün
Beni sana kul eden….”
Sanki babam bu hoyratını söylerse öbür dünyada rahat edeceğim.
Ya annem? Onun ağlamasına kıyamazdım. Fakirlik nedeniyle zorunlu olarak, çocuk yaşta Şarkışla’dan trene binip tek başıma İzmir’e gitmiş olmama dayanamazdı. Dilinden şu türkü düşmezdi kadersizimin:
“Keklik gibi kanadımı süzmedim
Murat alıp doya doya gezmedim
Bu kara yazıyı kendim yazmadım
Alnıma yazılmış bu kara yazı
Kader böyleymiş ağlarım bazı”
Platonik cananı görmüşlüğüm, orta okul son sınıfta, bir törende çalmak için elimden trampeti alacak kadar geçen zaman, duyduğum, “nun”sesi baskılı birkaç cümle kadardı. Ömrümce o anı ve o sözleri unutmadım. Aksanındaki “nun” sesini yıllar sonra Adalet Cimcoz’de yakaladım. Seslendirdiği bütün ünlü artistlerin sesini dinlemek için filmleri üç beş kez seyrettiğim olmuştu.
Empatilerimin odağında, o bir çift göz ve bir çift hep kaldı. Onun, ve şu ana kadar kimsenin yürek yangınımdan haberi olmadı. Kimseler bilmedi. Bir türkünün içine düştüğüm empatimi yazsam beni manyak sanabilirsiniz:
“Taşa verdim yanımı
Toprak emdi kanımı
Ezraile can vermezdim
Canan aldı canımı”
Sevgili dostlarım, canlarım, sözünü ettiğim türküler, o zamanlar varlığından habersiz olduğum Erzincanlı Hafız Salih Dündar’ındı. Erzincanlı Şerif Tanındı’dan yarın söz edeceğim.
Erzincanlı Salih Dündar, 1912 Yılında Erzincan'a bağlı eski adı Sılbıs, yeni adı Ekmekli köyünde doğdu.
Dündarzadegil İbrahim Efendi'nin oğluydu. Çocukluk ve gençlik yılları bağda, bahçede çalışarak geçti. Sesi güzeldi. Babası İbrahim Efendi hafız olmasını istiyordu. O hafızlıkla yetinmiyor, arkadaş toplantılarında türküler de söylüyordu.
Askerlik görevini yaptıktan sonra Erzincan’a döndü. O yıllarda hemşerisi Hafız Şerif İstanbul’a giderek plak doldurmuştu. Bundan etkilendi. Plak doldurma hevesiyle İstanbul’a gitti. Yeteneğini müzik çevrelerine gösterdi. Gazinolarda program yapmaya başladı. Plağa okuduğu şu türküsünü rahmetli Nezahat Bayram’ın sesinden hatırlıyorum:
“Tanrıdan diledim bu kadar dilek
O yârin yüzünü bir daha görek…”
Ünü her geçen gün artıyordu. Peş peşe plakları çıkıyordu. Bazen Erzincan’a giderek özlem gideriyor, sonra yeniden İstanbul’a dönüyordu.
Bu durum 1939 Erzincan depremine kadar sürdü. Depremde birçok yakınını kaybetmişti. Bu durumdan çok etkilendi. Erzincan’a döndü. Bir daha İstanbul'a gitmedi. Hafızlığa ve mevlithanlığa başladı. Kahvehane açtı. Müzikle ilgili çalışmalarını da Erzincan Halkevi'nde sürdürdü.
1953 yılının 13 Şubat günü, Erzincan’ın kurtuluşunun 35. yıldönümü nedeniyle Ankara Radyosunda program yapılacaktı. Erzincanlı Salih Dündar Programa katılmak için Ankara'ya geldi. Burada kalp krizi geçirdi. Hastaneye kaldırdılar, Üç ay yattı. Hastaneden ayrılıp Erzincan'a döneceği sırada vedalaşmak üzere radyoevine uğraşmıştı. Kendisinden bir program yapmasını istemişlerdi. 29 Nisan 1953 Çarşamba günü Seyfettin Sığmaz'la birlikte prova yapmıştı. Kayıt için stüdyoya girerken yeniden kalp krizi geçirerek vefat etti.