Ramazan nostaljisinin vazgeçilmez bir öğesi olan iftar sofralarından söz edeceğim. Ama nostalji iklimine girmek için, İsmail Dede Efendi’nin İstanbul’unu gözlerinizin önüne getirmek istiyorum. Cumhuriyet dönemi Türk şiirinin ustalarından olan Mustafa Necati Karaer’in dizelerindeyiz:
“Aşıp gelir “Şu karşıki” dağları
Büyük Dede, zamanın ses mimarı:
Şarkılar, besteler, semaîlerle.
Yenikapı’da başlayan ilk çile,
Düşürür uzun kavakları
Estikçe rast ikliminin rüzgârı:
“Gözümde daim hayal-i cânâ
Gönülde her dem cemal-i cânâ”
Ne vakit geçsem Şehzadebaşı’ndan
Minareler boyu ses ırmakları,
Beni çağırıyor sanırım Sinan
Ve İsmail Dede’min parmakları
Alıp gider beni kendi kendimden,
Oturup ağlamak gelir içimden:
“Yine bir gülnihal aldı bu gönlümü
Sim ten gonca fem bibedel bir güzel”
Kimi dede, kimi bey, kimi sultan
Bir ruh ordusu görülür uzaktan.
Gölgesi vurmuş gibi dağdan dağa;
Şu Arif Bey, şu da Nikoğos Ağa...
En öndeki Yunus Emre olmalı
Ki dudağından sızar oğul balı:
“Yörük değirmenler gibi dönerler
El vermişler Hakk’a giderler”
Şimdi gelelim ramazan iftarlarına. İftarların, ramazan görenekleri gelenekleri içinde önemli bir yeri var. Onlarla ilgi çok şey söylenmiş, yazılmış. Her bölgenin kendine özgü iftar geleneği olduğu gibi, İstanbul’un değişik ortamlarında değişik iftar sofraları kurula gelmiş. Bunları anlatmadan önce, iftarı bekleyişten söz edelim ve Yahya Akangin’in dizeleriyle o ana gidelim:
“Gün vurmuş şadırvana sular bir hoş
Sanırsın bozacaktır şırıltısı niyetleri
En tembel adımlarla yürür tepeden güneş,
Açlık ve susuzluk içinde düşüncelerden
Süzülür nur rengi benizlerin şerbetleri.
Akşam bir sılâdır yola çıkıp seherden
Yolu beklenendir yürümekle varılmaz
Sabrın hararetli sularından geçitler
Bir daralır bir genişler ki akşam
Hatırlandıkça çoğalan naz.
Akar yüceden bulutlar iftara doğru
Her sofra bir hasrete açılan sinedir
Bitkin bir bedende saklayıp huzuru,
Bir serin gölgeye inen düşüncedir.
Gün batımlarıyla doğan saadet ne uzun
Gökte beliren ilk yıldıza bakarak,
Seninle bir inancın lokmasını paylaşmak,
Şehrayin olur çarşılarında ruhumuzun.
Özellikle ramazanın yarısından sonra İstanbul’da geleneksel iftar sofraları başlardı, Öyle konaklar vardı ki, kapıları ardına kadar açılırdı. Her giren kendine uygun gördüğü sofraya otururdu. Yemekten sonra da diş kirası denilen, az çok bir para ile çıkardı bu konaklardan.
Bektaşi olacak ya, bir hoca ile aynı sofrada iftar etmiş. Ev sahibi rint bir adammış. İftardan sonra kahveler içilmiş, sohbet başlamış. Bektaşi’ye sormuşlar:
“Erenler dem alır mısın?” Bektaşi: “Eyvallah” demiş.
“Afyon?”
“Eyvallah!”
“Kaygusuz?”
“Eyvallah!”
“Kızıldeli?”
“Eyvallah!”
“Bazı bazı gönül eğler misin?”
“Eyvallah!”
Hocaya da aynı soruları sormuşlar. Hoca her soruyu:
“Haşa! Estağfurullah” yanıtıyla karşılamış. Vakit gelmiş çıkmışlar, Çıkarlarken haznedar yamağı ikisine de atlas kese içinde diş kirasını sunmuş. Bektaşi yine “Eyvallah!” deyip keseyi şalvarının cebine yerleştirmiş. Yolda hoca dayanamamış keseyi açmış. Bir de ne gör-sün? İçinde bir metelik boynunu bükmüş duruyor. Hemen koşmuş, Bektaşi’yi yakalamış: “Sana ne verdiler?” demiş. Bektaşi: “Vallahi daha bakmadım” demiş. “Aman bir bak” demiş hoca. Bektaşi keseyi açmış içinde bir altın. Hoca: “Yanlış oldu, dönelim” demiş. Dönmüşler. Soru sual, bilen yok. Sonunda ev sahibinin huzuruna çıkmışlar. Hoca “Bir yanlışlık olmuş,” demiş. “Nasıl olur bu zındık herife bir altın, dâîlerine bir metelik?”
Ev sahibi: “Yanlış değil hocam” demiş. “Onun masrafına bir altın bile yetişmez, sense bir metelikle nasıl olsa gününü gün edersin.”