19 Temmuz günü yayınlanan yazımda, “Gülümse” demiştim. Kalbinizden dudaklarınızla gözlerinizin içine yansıyan bir tatlı tebessümün, değil bin vuslata, bir ömre bedel olduğunu, bencileyin kimler yaşamıştır?

Ömrüme ömür kattığını sandığım bir tılsımlı sözcük: “Gül”

İsterseniz fiil, davranış, olarak gül-(mek), ister renkleriyle ve kokusuyla sizi içine içine çeken çiçek olarak gül, kader çizgimde varları-yokları ile hep oldu. Zaman oldu sarmaş dolaş bütünleştik, zaman oldu karmaşık duygular girdabında gülerken ağladık, ağlarken güldük.

Ne güzel laedridir bu dizeler:

Gül gül dedi bülbül güle, gül gülmedi gitti

Bülbül güle, gül bülbüle, yâr olmadı gitti.”

Allah kimseye Sadi Hoşses gibi “Gülmedi Şu Bahtım Gülmedi Gitti,” diye yazdırıp besteletmesin.

Beceriksizliğimi bağışlayınız. Güle, dikene, bülbüle ilişkin sözlerimi üç beş yazıya sığdıramam. Onu gelecek haftalara bırakayım da emir kipi olarak “gül!”den söz edeyim:

Yabancılar, insan, "gülen hayvan" derler. Biz ise hayvan sıfatını kendimize yakıştıramayız. Gülmek, neşelenmek yerine “dertleri zevk” edinmeye yatkın olmuşuz. Değer olduğunu sandığımız hüzne, melankoliye, kaygılara, saplantılara, paranoyaya sürüklemişiz.

Geçenlerde öz kardeş gibi sevdiğim komşum Celal Germirligil, şimdiki şakacı, şen halime bakıp bir yargıya varmış olsa gerek;

Çocukluğunda çok yaramaz mıydın?” diye sordu. Gülümsedim: “Hayır,” dedim. “Suskun, içe kapalı, pısırık bir çocuktum.”

Rahmetli babam, otoriter, çocuk eğitiminde “şımartmama” inanışındaydı.

Gülmeye, neşelenmeye, yaramazlığa karşı, ciddiyeti öngörürdü. Öğrenmiştik: “Çok gülen, çok ağlar”dı. Ağır olacaktık ki, bize molla desinler. Pişmiş kelle gibi sırıtamaz, karı gibi gülemez, şaklabanlık yapamazdık. Gülmek beraberinde korku getirirdi: “Çok güldük, başımıza bir şey gelecek...” sanırdık.

Tarihi süreç içerisinde otoriter yönetimlere karşı, mizah virüsü yaygınlaşmış, Bekri Mustafalar, Nasrettin Hocalar, İncili Çavuşlar, Bektaşiler her zaman var olmuşlardı.

Yaşadığım süreç, tarihi süreçle bağdaşabilir mi?

Ailede otorite olan baba, gülmeyi horlar, kahramanlık, yiğitlik, gözü peklik yönlendirmelerinde olurdu. İlk gençlik yıllarımız direnme, dikilme ile ilk tepkisini göstermişti. "Hak", "hukuk", "devlet", "millet", “adalet”, "vatan", "namus", "inanç", “halk”, sömürü”, “ezenler”, “ezilenler” “adil düzen" gibi kavramlar dağarcığımıza girmişti. Bir bölümümüz de, saçının telinden ayağının tırnağına kadar kendisini inanç dünyasına adamıştı.

Ve de sevmek, sevilebilmek çıkmazlarının kafa karışıklıkları içinde toz pembe yılları bile yaşayamadık.

Hasılı bizler, doyasıya gülmeye özlemli bir nesil olarak hayatın gül dikenli yollarına atılmış bir kuşaktık.

Otoriter aile ortamında şuuraltıma attığım doğal davranışlar, hayatın son deminde canlanıyordu.

Bazen pahalılığa, geçim sıkıntısına, sevinesim geliyor. Pirzolanın adını unutmuşum. Ne gam? Değil mi ki, “Bir kahkaha, bir kilo pirzolaya bedel.”

Bu sözü züğürt tesellisi sanmayınız. Bilimsel olarak da doğrulanmış. Bilim adamları gülmenin hem fiziksel hem de ruhsal sağlığa ilaç olduğunu belirtiyor. Bir kaç satır başı şöyle:

Gülmek, mutluluk hormonlarını tetikler. Ağrıyı keser. Uzun yaşamaya yardımcı olur. Kilo vermeyi destekler. Tansiyonu düşürür. Bağışıklığı güçlendirir, stresi azaltır. Genç, başarılı, pozitif görünmenizi sağlar. Hafızayı geliştirir.

Bilirdik: Ruhumuzla gülüşümüz, vicdan paklığının aynasıydı. Güzel bir gülüş karanlık eve giren güneş ışığı gibiydi. Yunus’un dediği gibi ağlatırsa Mevla’m yine güldürürdü.

Ve de bir gerçek var ki, çocukların ağlama ve gülme sesi evrenseldi. Bütün insanlar aynı dilde gülümserdi. Gülmeyi çocuklar icat etmişti, bizler tüketelim diye.

Zaman geri dönse, platonik aşkıma, öyle güzel gülüyorsun ki, Allah seni gelişi güzel değil gülüşü güzel yaratmış, diyebilsem.

Sonra da yine sesim güzel olsaydı da ona:

Yan yanayken dizdizeyken / Bakışırken gözgözeyken / Ne olur hep böyle gülsen /

Gülmek sana yakışıyor…” diye bir şarkı tuttursaydım.