Çok ama çok uzun bir aradan sonra iki arkadaşımla buluştum. Hayır, uzak şehirlerde yaşamıyorduk. Aynı şehirdeydik, birbirimizi severdik, çok tuhaf ama gerçek yıllarca görüşmedik. Anlattık güldük, anlattık gözlerimiz doldu, saatler nasıl geçti hiç anlamadık. “Deli miyiz biz, insan bu kadar samimi dost olur da neden görüşmez? Neden bu kadar erteler?” diye sorgularken buldum kendimi. O nedenle erteleme konusunda yazmak istedim ve konuyu biraz araştırdım.

1830 yazında, Victor Hugo imkansız bir son teslim tarihi ile karşı karşıyadır. Bir yıl önce, yayıncısına yeni bir kitap sözü vermiştir ancak o yılı yazmak yerine başka projeler peşinde koşarak, misafirleri ağırlayarak ve işini erteleyerek geçirir. Hugo, erteleme eğilimini yenmek için garip bir plan yapar. Tüm kıyafetlerini toplar ve yardımcısından onları büyük bir sandığa kilitlemesini ister, dışarı çıkmak için uygun bir kıyafeti olmadığı için çalışma odasından çıkamaz. 1830 sonbahar ve kışı boyunca çılgınlar gibi yazar. “Notre Dame'ın Kamburu” söz verdiği tarihten iki hafta erken yayınlanır.

Demek oluyor ki erteleme sorunu yüzlerce yıldır bizimle. Öyle ya da böyle hepimiz bir şeyleri erteliyoruz. Daha sonra yaparım, daha sonra giderim, bir ara ararım. Bir de bakıyoruz günler, aylar hatta bazen yıllar geçmiş oluyor. İşin en kötü yanı, yarın ararım dediğin insanı yarın olduğunda bulamaman oluyor.

Ertelememizin biyolojik ve psikolojik nedenleri var. İlk başlarda insan ömrü ortalama 18-20 yıl kadardı. Bu nedenle, deyim yerindeyse atalarımız emeklilik planları yapmıyorlardı. Ama artık durum öyle değil. 18-20 yıl değil 80-90 yıl yaşıyoruz. Genetik kodlarla, atalarımızdan alıp bugüne taşıdığımız içgüdülerimiz erteleme tavrımızı etkiliyor. Genellikle kısa vadede alınacak ödülleri uzun vadede alınacak ödüllere tercih etmeye meyilli oluşumuz bu yüzden ve bu, işin biyolojik boyutu. Günümüzde zeka belirtilerinden biri bu temel iç güdülere ne kadar karşı koyabildiğimize bağlıymış. Yani buna direnç gösterebilenler ertelemeye daha az meyilli, öz disiplini gelişmiş bireyler oluyormuş. Gelelim ertelemenin psikolojik ve duygusal boyutuna. İnsanların ne çeşit bir ertelemeci olduğunu Çağrı Mert Bakırcı bakın ne güzel sınıflandırmış;

Erteleme davranışı bir işin sonunda başarısız olma korkusu veya endişesinden ötürü bir çeşit savunma mekanizması olarak kullanılabiliyor. Son güne bırakılan işler başarısızlığa teslim olduğunda “yeterli zamanım yoktu” cümlesinin arkasına saklanabiliyoruz. Mükemmelliyetçi erteleyicilerin işi çok zor. Yaptıkları her işin kusursuz olması gerektiğine inananlar, o işe çok fazla zaman ve enerji harcıyorlar. Çoğu zaman işin planlamasını yapmaktan işe başlayamıyorlar. Şöyle düşünün temizlemeniz gereken bir havuz var. Ama siz bir türlü havuzun temizliğine başlayamıyorsunuz. Elinizde bir süpürge havuzun etrafını süpürüyorsunuz, dönüyor tekrar süpürüyorsunuz. Konunun uzmanları mükemmelliyetçi erteleyicilere “pareto ilkesi” olarak da bilinen 80-20 kuralını uygulamalarını öneriyor. İnsanlar bir iş için harcadıkları emeğin yüzde yüzünün o işin kalitesinin yüzde yüzünü belirlediğine inanıyorlar. Ya hep ya hiç mantığıyla düşünüyorlar. Oysa bir işin kalitesinin yüzde sekseni sizin o işe ayırdığınız enerjinin sadece yüzde yirmisiyle belirleniyor. O işi mükemmelleştirmek için harcadığınız ekstra yüzde seksen işin sadece kalan yüzde yirmisini tamamlamaya gidiyor. İşte buna “pareto kuralı” deniyor. Tabi bu genelleme bir kural. Ama bu kuralı hatırlamak mükemmelliyetçi tutumunuzdan uzaklaşmanız için faydalı olabilir.

Hayalci erteleyiciler ise, zorlayıcı şartlarla karşılaştıklarında kendilerini ortamdan hemen soyutlamalarına rağmen; “bir gün mutlaka, çok yakında” gibi sözlerle başlayan cümleler kurmaya devam ediyorlar.  Endişeli erteliyiciler ise karar almakta zorlanıyorlar. Güven problemi olanlar, yönlendirilmeye ihtiyaç duyanlar, bildiği suların dışına çıkmaktan imtina edenler bir işe girişmek konusunda çekimser kalıyorlar. Bir karar veremiyor olmanın da aslında bir karar vermek olduğunu anlamak gerekiyor. Kararsızlık içinde ne yapacağınızı belirleyemezken aslında o işi yapmamayı seçmiş oluyorsunuz. Görevin tamamı kararsızları ürkütüyorsa “böl ve yönet” stratejisini kullanmayı deneyebilirler.  Asi erteleyiciler; beklenenin aksini yapanlar, otoriteye karşı tavır almayı ertelemelerine kılıf yapan, çoğunluğu pesimist bir gruptan oluşuyor. Oysa her şeyi başkaları istiyor diye yapmıyoruz zaten. Objektif ve evrensel olarak faydalı işleri yapmayı da erteliyor asi erteleyiciler. Krizci erteleyiciler yapmaları gereken ama istemedikleri bir iş olduğunda başlangıçta o işi görmezden gelenler. Bunlar zaman daraldığında aşırı stres altında kriz yaşıyorlar. Genellikle sınırda yaşayan, yaptıkları işlerden kolayca sıkılan, çokça işi yarıda bırakanlar çoğunlukla bu gurupta yer alıyor.  

Ölçüsüz erteleyiciler, çok fazla iş yükü altında kalanlar, hayır demeyi bilmeyenler. Hiç boş durmayan ama işleri asla bitmeyen, son anda ucu ucuna iş yetiştirenler. Çok sayıda işi aynı anda yapmaya çalıştıklarından kendileri için önemli olan işlere odaklanamıyorlar. Öz disiplin sorunu yaşadıklarından kendi temel ihtiyaçlarını da genellikle erteliyorlar. Öncelikler ile talepler arasındaki farkı anlamak, hayır demesini öğrenmek gerekiyor bu gruptakiler için.

Ertelemenin başlangıçta bir rahatlama sağlayabileceği; ancak sonraları öfke, pişmanlık ve kendini suçlama gibi ruhsal sorunları ve akademik başarıda düşüş, ikili ilişkilerde zorlanmalar gibi dış dünyayla ilgili sorunları artırabileceği düşünülmektedir. Çalışmalar, ertelemenin depresyon, anksiyete, stres ve yaşam kalitesinin düşmesi gibi ruhsal iyilik hali üzerinde olumsuz sonuçlara yol açtığını ve fiziksel sağlık problemlerine neden olduğunu ortaya koymaktadır.

Ertelemenin sinsi bir hastalık gibi bünyenizi sarıp sizi dibe çekmesine izin vermeyin. İyi işler ortaya koyabilecek potansiyeliniz varsa, o iyi işleri yapmayarak kendinize kötülük etmeyin. Henüz vakit varken dostlarınızı arayın, ya da henüz hala mümkünse gidin annenizin kayısı reçelini yiyin. Ertelemeyin, ertelemek bizi yavaş yavaş bitirir.

Çehov’un dediği gibi; “herhangi bir aptal, bir krizi atlatabilir. İnsanı tüketen şey günlük yaşayıştır…”