Gece saat 22.00 sularında evimin balkonunda bu satırları yazarken dolunay bana ilham oluyor, beni de nasiplendiriyor kendinden. Büyülü bir gösteri mi desem, görsel bir şölen mi bilemedim.

Bir bakıyorsunuz Anıtkabir’in üzerinde, bir bakıyorsunuz Galata Kulesi’nin arkasına saklanmaya çalışıyor. Dünyaya çok yaklaşmış, gökyüzüne çok yakışmış. Ay ilk andan bu yana olan biten her şeye sessizce tanıklık etmeye ve bizleri büyülemeye devam ediyor.

Hep gökyüzüne bakmak istiyorum bu aralar, bakıyorum da. Gündüzleri koyu mavi gökte salınan bembeyaz bulut adalarına, uçan kuşlara ve martılara bakıyorum. Göçü başlamış leylekleri de görüyorum aniden. Leylekleri görünce şaşırıyorum, “ne çabuk bitmiş konukluk, demek yaz bitiyor” diyorum, yazın bittiğine değil de leyleklerin vedasız ve sessiz sedasız yola koyulmuş olmalarına hüzünleniyorum. Ben sessiz sedasız vedalaşıyorum onlarla, “yine gelin, yine göreyim sizi” diyorum içimden. Gece olunca yıldızlara ve aya bakıyorum. Bir parça esinti de varsa nasıl iyi geliyor insana. Bu aralar hep gökyüzüne bakmak istiyorum. Çünkü gökyüzünün görüntüsü binlerce yıl önce nasılsa hâlâ aynı. Biz sera gazlarıyla onu delik deşik etmiş olsak da gökyüzü bizi henüz hayal kırıklığına uğratmadı, en azından görsel olarak.  Bakışlarımı gökten yere çevirmek içimden gelmiyor. Çünkü dünya sandığımız gibi, gittikçe iyi bir yere dönüşmedi. Çünkü yerde gördüğümüzden öylesine yıldık, mutsuzuz. Çünkü yerde gördüğümüz distopyanın ta kendisi. Sanırım bütün insanlığın algısı da bu yönde.

Distopyadan söz etmeden, distopyanın zıddı olan kavrama ütopyaya değinelim kısaca. İnsanlar hep daha iyi bir yaşam istedi.  Bireylerin ve devletin muhteşem bir uyum içinde yaşadığı hayali bir ülke. Ütopyalara göre düzen kötüdür ancak yeni kurulacak sistem daha güzel bir gelecek inşa edecektir. Aslında ütopya kavramı iki farklı anlamın buluşmasıyla oluşmuştur. Yunanca kökenli olan bu kelimeyi eğer outopos olarak ele alırsanız “olmayan yer” demiş olursunuz, ama eğer eutopos olarak ele alırsanız bu sefer de “mükemmel yer” demiş olursunuz. Bu yüzden ütopyalar aslında hem ideal düzenin sağlanmasından dolayı mükemmel yer, hem de zihinlerde var olup gerçek dünyada potansiyel varsa bile henüz inşa edilemediği için olmayan yerdir. Ütopya edebi türünde çok sayıda eser var. En azından birkaç tanesini yazmış olalım; Türün ilk örneği Platon’un “Devlet” adlı eseridir. Farabi’nin “Medinetü’l-Fazıla’sı,” Thomas More’un “Ütopya” kitabı, Campanella’nın “Güneş Ülkesi” kitabı, Francis Bacon’ın “Yeni Atlantis’i”, William Morris’in “Hiçbir Yerden Haberler” kitabı, Étienne Cabet’nin “Ikaria’ya Yolculuk” kitabı ve bu yazıya sığdıramayacağımız daha birçok eser..  Platon; “Ya filozoflar kral olacak ya da krallar bilge olmayı öğrenecek, böyle bir lider; insan doğasından, felsefeden, sanattan ve bilimden anlar ve buna uygun yasalar çıkartır.” Demiş. Bu ifade ütopyanın hep hayal olarak kalacağının ispatı değil de nedir? Ütopya, ütopya olarak kalmaya devam ediyor. Distopya için aynı şeyi söyleyebiliyor muyuz, distopyalar gerçeğe dönüştüğünde, kötü hayal gerçek olduğunda ona hâlâ distopya diyebilir miyiz?..

Gelelim distopyaya;  distopya: her şeyin karanlık ve kötü olduğu, hayali bir ülkeyi ya da dünyayı anlatan 20. Yüzyıla ait genç edebi bir tür. İnsanlığın korku ve endişe dolu zamanlarında popülerliği artan bir kötü hayal. Hikayeler çoğunlukla totaliter bir devlet ya da çevresel bir felaket etrafında kuruluyor. Adeta ütopyanın iyimserliğine karşı ortaya çıkmış bir kötümserlik literatürü gibi. Ütopya nasıl ki var olmak için fazla güzel bir yerse, distopyaya da var olmasını kesinlikle istemeyeceğimiz bir yerin anlatısı diyebiliriz. 

Sizce de dünyada yaşananlar distopya değil mi? Sizce de distopyaların temel unsurları gerçek hayatın kendisi tarafından üretilmedi mi? Geçen yüzyılın ilk yarısında insanlık iki büyük dünya savaşıyla milyonlarca türdeşini yok etmedi mi, coğrafyalar savaş alanlarına, dehşet tarlalarına dönüşmedi mi?. Kentler yerle bir olurken, nükleer silahlarla hava, su, toprak zehirlenmedi mi?.

Bugün tüm şiddetiyle savaşlar devam ederken, insan, hayvan ve doğa vahşice katledilirken, en ağırı da bütün dünyanın umarsız bir körlükle seyretmesi değil mi?.

Distopyalar keşke yalnızca kötü hayali anlatan, neredeyse her zaman hepsi, özgür düşüncenin ortadan kalktığı devletin korkutucu bir hal aldığı ve iktidarın gücünün kontrol edilemez olduğu bir dünyanın endişesini yansıtan edebi türün eserleri olarak kalsalardı. Türünün çarpıcı örneklerinden olan şu kitaplarda olduğu gibi; Jack London’ın “Demir Ökçe’si,” Yevgeni Zamyatin’in “Biz” kitabı, Aldous Huxley’nin “Cesur Yeni Dünya’sı,” Karin Boye’un Kallocain kitabı, George Orwell’ın 1984’ü, Ray Bradbury’nin “Fahrenheit 451’i,” William Golding’in “Sineklerin Tanrısı” kitabı, Anthony Burgess’ın “Otomatik Portakal’ı”..

Çok rahatsız edici, post apokaliptik bir distopyadan söz etmeden önce “post apokaliptik” nedir ona bakalım; Kıyamet sonrası bilimkurgusu ya da post apokaliptik bilimkurgu edebiyatının bir alt türüdür ve nükleer ya da biyolojik savaş ile nükleer, biyolojik, ekolojik, jeolojik ya da kozmolojik felaketlere bağlı olarak dünyanın sonunun gelmesini ve böylesi büyük yıkımlar sonucu sağ kalan insanları nasıl bir hayatın bekleyebileceğini konu edinir. İşte tam da bu türde bir kitaptır, Metafor Ustası Jose Saramago’nun Nobel ödüllü “Körlük” kitabı. Yazar kitabı için şunları söyler: Amacım okurlara, yaşamı hor görürken mantığımızı sapkınca kullandığımızı, insan denen varlığın onurunun her gün dünyamızdaki güç sahiplerinin hakaretine uğradığını evrensel yalanın çoğul hakikatlerin yerini aldığını, insanın benzerine olan saygısını yitirerek kendisine saygı duymayı bıraktığını hatırlatmaktı.” Der ve ekler; “Körleştiğimizi falan düşünmüyorum hepimiz zaten körüz…”

İnsandan, insanın eğreti duruşundan ve birtakım şeylerden kaçmasından sonra da kendini tam da kaçtığı şeyin içinde bulmasından bahsedilir, “Körlük” kitabında. Kör olmayan tek karakter doktorun karısıdır, kitapta bir yerde şöyle der; “Görüyor olmam ne işe yarıyor ki” işte bu cümle vuruyor beni. Belki de benzer duyguların etkisiyle bakışlarımı gökyüzünden yere doğru çevirmek istemiyorum..