Leylek sürüsü görmeyi çok istiyordu. Son günümüzde o da nasip oldu. Ansızın gördük leylekleri ve şahane bir seyre koyulduk. O kadar yüksekten uçuyorlardı ki geniş, uzun bir hat üzerine serpilmiş çörek otlarına benziyorlardı.
Hatta uçuyor gibi de değillerdi, telaşsız, sakin, sanki ilahi bir güce teslim olmuşlar ve o ilahi gücün soluğunun yarattığı akıntıya kendilerini bırakmışlardı. O uçuşta, yoksa o akışta mı demeliyim, kendilerinin hiç çabası yokmuş gibiydi. Devasa bir kervandı onlarınki göğün en yükseklerinde. Yola kim bilir ne zaman ve nerede koyulmuşlardı. Gözümüzün içinden kalbimize akarken, sessiz iletişimin gücüyle ruhumuza fısıldadılar “Göçebeyiz ve geçiciyiz biz bu dünyada, siz de öylesiniz, biz hep biliriz, siz hep unutursunuz. Bu konargöçerlik, bu geçicilik, bu kısacık ömür hepimizin. Biz bu dünyayı hiç kirletmedik, harap da etmedik. Size de hiç zarar vermedik. Ne sizin ne de başkalarının neslini tükettik. Biz atom bombası yapmayı bilmeyiz, çocukların yaşadığı kentlere füze fırlatmayız. Hiç çocuk öldürmedik. Bu dünya bir avuç su, bir avuç toprak ve havadır. Konarız, severiz, sonra da göçeriz, hayat bu kadar. Yakıp yıkmaya, itip kakmaya gelmedik buralara. Sizin fırsat verdiğiniz kadar, konarak, göçerek biz de geçeceğiz bu dünyadan.”
Dokunaklı bir ezgi gibi içimize işledi leylek kervanının göçü. Evin terasından, tamamı gözümüzden yitene dek, bizi saran tuhaf hüzünlü bir sevgiyle, hayata, hayatın mucizelerine duyduğumuz aşkla, leyleklerin bize sunduğu büyük kutsal bir öğretiyi kalbimizde hissederek, sezerek, alıp kabul ederek, kalakaldık öylece..
“Dünya bir garip han, bir hoyrat mekân, insan bir garip varlık kabına sığmayan. Hayat bir yudum su, bir anlık rüya, ömür bir kısa yol, tekrarı olmayan.” Şeyh Edebali’nin bu sözleri de ne güzel anlatır, konargöçerliğimizi, kısacık ömrümüzü.
Akıl sağlığımızı ve esenliğimizi korumak için kendimize çok iyi bakmamız gereken zamanlar yaşıyoruz. Biliyorum, hiç birimizin kötü haber duymaya tahammülü kalmadı.
Zafer Bayramı’mızı kutladık. Üstünde yaşadığımız toprakların, Türkiye Cumhuriyeti olması için can veren atalarımıza, tarihimize borçluyuz. Doğaya, gelecek nesillere borçluyuz. Peki, ne yapıyoruz? Doğayı giderek yoksullaştırıyoruz. Doğa yaşamın temeli, doğanın yıpranması, gelecek kuşakları çok daha yoksul bir doğaya mahkûm ediyor. Gelecek kuşakların hakkı gasp edilmiş oluyor. Ayrıca doğa, sadece insan için değil, kendi varoluşu için de çok önemli. İnsan kendi çıkarları uğruna doğanın dengesini bozarken, diğer canlıları da bu sürece kurban ediyor. Nesilleri tükeniyor, doğal canlılıkları bozuluyor ve git gide yoksullaşıyorlar. Akbelen Ormanlarını katlederek, dev bir ekosistemi yani hayatı yok ettiler. Ey doğa katilleri! ne kadar ekonomik değer üretirseniz üretin, bir anlamı kalmayacak. Tarım ürünleri, su kaynakları ve tüm doğal kaynaklar giderek tükenecek. Kazandığınız parayı harcamanın bir anlamı kalmayacağı gibi, zaten bir süre sonra o parayı harcayacak yer de bulamayacaksınız. Bizim doğadan daha kıymetli bir şeyimiz yok. Bir yanda faili belli olan doğa katilleri doğayı katlediyor, Akbelen’de olduğu gibi. Diğer yanda da soru işaretleriyle dolu, doğa katli yaşanıyor. Anlatılanlara bakılırsa, bütün dünyada hububat siloları, buğday tarlaları, ormanlar, Starlink uydularıyla yakılıyormuş. Dünyada gıda kıtlığı oluşturmak için küreselcilerin “yakın” komutu verdiği söyleniyor. Çanakkale’miz yandı günlerce. Ateşin içinden hayvanları kurtarmaya çalışan insanların görüntülerini görmüşsünüzdür. Nasıl büyük bir dehşetin içinde kalınıyor, nasıl büyük bir acı yaşanıyor. “Acı duyabiliyorsan, canlısın. Başkalarının acısını duyabiliyorsan, insansın.” diyor, Tolstoy.
Gözümün önüne “yin ve yang” kuramının sembolü geliyor. Çin’de ortaya çıkan, tarihi, tarım öncesi “avcı toplayıcı” döneme kadar uzanan felsefi kuramın ilkesine göre; Yin ve yang kutupları hiçbir zaman durgun olmazlar. Bu yüzden mutlak değildirler. Aksine sürekli olarak değişir ve dönüşürler. Karşıt kutuplar birlikte vardırlar. Kararlı ya da kararsız hallerde olabilirler. Karşıt kutbu olmayan hiçbir durum yoktur. Örneğin; gece ve gündüz, kadın ve erkek, soğuk ve sıcak, iç ve dış, yakın ve uzak, usul ve ani, ham ve olgun, iyilik ve kötülük gibi. “Yin ve yang” sembolünde beyazın içindeki siyah noktayı, siyahın içindeki beyaz noktayı bilirsiniz. Gözümün önüne gelen sembole, iyilik ve kötülük karşıtlığı üzerinden bakıyorum. Siyahın içindeki beyaz noktayı bildiğimiz gibi ama beyazın içindeki siyah noktayı büyümüş, ince ince de büyümeye devam eden kocaman kara bir lekeye dönüşmüş olarak görüyorum.
“Satın alınamayan şeyleri severim ben.
Deniz gibi, gökyüzü gibi,
Ay ve güneş gibi, sevgi gibi…” diyor, Sabahattin Ali.
Akıl sağlımızı ve esenliğimizi koruyabilmek demiştim. Bunu da sanırım en iyi, sanatla, şiirle, edebiyatla, iyi filmlerle, henüz yanmamış, elimizde kalan bir parça doğayla yapabilmek mümkün.
“Akdeniz’de şimdi bir kuş uçuyorsa
Senin için uçuyor.
Bir ağaç uzatmışsa dallarını aydınlıklara doğru,
Sen geçiyorsun aklından.”
Bu güzel dizeler de birkaç gün önce ölüm yıldönümü olan güzel şairimiz İlhan Berk’e ait.
Şiirlerin, sıkışmış yüreklerinize su serpmesini dilerken, söylemeden edemiyorum, her şey çok daha güzel olabilirdi..