Günümüzde şiddet kavramı neredeyse her alanda karşımıza çıkıyor. Her gün gazetelerde, haber bültenlerinde sağlık çalışanlarına yönelik şiddet, öğretmenlere yapılan saldırılar, kadınlara yönelik fiziksel ve psikolojik baskılar, hayvanlara eziyet ve hatta sporda taraftarlar arası kavgalarla ilgili haberler yer alıyor.

Şiddetin bu kadar çeşitli görünümlerine maruz kalmak, toplumda bu olgunun kökenleri ve çözüm yolları üzerine düşünmeyi kaçınılmaz kılıyor. Ancak bu noktada bir tehlike de gizli: Şiddeti kategorize etmek. Çünkü birçok farklı başlık altında ele aldığımızda, farkında olmadan şiddeti sıradanlaştırabilir ve bazı alanlarda daha az önemsenmesine neden olabiliriz. Aslında, şiddet şiddettir ve hangi alanda ortaya çıkarsa çıksın benzer bir yıkıcı güce sahiptir.

Şiddetin Tek Bir Sorun Olarak Ele Alınması Gerekliliği

Her ne kadar şiddetin farklı yüzleri olsa da, şiddeti tek bir sorun olarak ele almak, bu olguyu kökünden kavramak açısından önemlidir. Şiddet toplumsal, psikolojik ve kültürel bir sorundur ve bu unsurlar bir araya gelerek bireylerin veya grupların başkalarına zarar vermesine zemin hazırlar. Ancak toplum olarak, şiddeti belli başlıklar altında ele aldığımızda, bir anlamda şiddeti normalleştiriyor ve onu hayatımızın ayrılmaz bir parçası hâline getiriyoruz. Mesela “kadına yönelik şiddet” veya “sağlıkta şiddet” gibi kategoriler oluşturduğumuzda, şiddeti münferit olaylara indirgeme eğilimimiz artıyor. Oysa şiddet, farklı alanlarda tezahür etse bile, aynı toplumsal yapıdan beslenen bir sorundur ve genel bir mücadele gerektirir.

Filozof ve kültür kuramcısı Byung-Chul Han, şiddetin modern toplumda farklı formlar almasını, özellikle bireyin kendi kendisine uyguladığı ve içselleştirerek yönettiği bir baskı olarak tanımlar. Han’a göre, modern birey, dışsal baskılar yerine içsel baskılarla kendini disipline eder ve bu süreçte toplumsal şiddetin farklı biçimlerini yeniden üretir. Dolayısıyla şiddetin sadece fiziksel değil, aynı zamanda psikolojik ve kültürel boyutlarının da olduğu gerçeği göz ardı edilmemelidir. Bireylerin kendi üzerindeki baskıları ve toplumun normlarına uyma zorunluluğu da bir tür şiddet biçimidir. Bu bağlamda, şiddeti sadece fiziksel bir eylem olarak görmek yerine, her tür baskı, zorlayıcılık ve manipülasyonun şiddet olarak değerlendirilmesi gereklidir. Benzer şekilde, Sloven filozof Slavoj Žižek de şiddet kavramına toplumsal bir perspektiften bakar. Žižek, “sistemik şiddet” kavramını geliştirerek, şiddetin yalnızca bireysel bir eylem olmadığını, sistematik olarak toplumun yapısına nüfuz ettiğini savunur. Ona göre, sosyal, ekonomik ve kültürel düzenin getirdiği baskılar, toplumda yerleşmiş ve kabul görmüş bir şiddet biçimidir. Bu nedenle, sadece bireysel şiddet olaylarını değil, aynı zamanda sistemin ürettiği yapısal şiddeti de sorgulamak gerekir. Örneğin, bir sağlık çalışanına yönelik fiziksel saldırı, sağlık sistemindeki sorunların, çalışma koşullarının ve toplumun sağlık çalışanlarına yönelik tutumlarının bir sonucu olarak değerlendirilebilir. Žižek’in bu yaklaşımı, şiddeti bireysel olaylar üzerinden kategorize etmek yerine, genel toplumsal dinamikler çerçevesinde ele almanın gerekliliğini vurgular.

Şiddetin Toplumsal Köklerine İnmek

Şiddet, tarih boyunca farklı şekillerde varlığını sürdürmüş bir olgudur ve bu durum, sorunun sadece bireysel düzeyde ele alınmasının yeterli olmadığını göstermektedir. İletişim bilimleri ve sosyoloji alanında çalışan birçok akademisyen, toplumsal şiddetin önlenmesi için, bireylerin eğitilmesi ve toplumda bilinçli bir farkındalık oluşturulması gerektiğini savunur. Örneğin, Fransız sosyolog Pierre Bourdieu, toplumda bireylerin kültürel ve sembolik şiddet yoluyla baskı altına alındığını ve şiddetin yalnızca fiziksel boyutlarıyla sınırlı kalmadığını belirtir. Bourdieu'nün “sembolik şiddet” kavramı, özellikle dil yoluyla ve toplumdaki yerleşik normlar aracılığıyla uygulanan bir şiddet biçimini tanımlar. Bu da toplumda görünmez bir baskı ve zorlayıcı güç yaratır.

Bu bakış açısı, toplumsal yapının, bireylerin gündelik hayatlarında nasıl bir baskı unsuru olarak var olduğunu anlamamıza yardımcı olur. Şiddeti sadece fiziksel saldırılar olarak değil, bireylerin psikolojik, ekonomik ve kültürel olarak maruz kaldıkları bir baskı olarak görmek, sorunu daha kapsamlı bir şekilde ele almayı mümkün kılar. Şiddetin bu farklı yüzleri, aslında toplumun derinlerine nüfuz etmiş bir yapının sonucudur ve bu yapıyı değiştirmedikçe, bireysel olarak ne kadar önlem alırsak alalım, şiddetin önüne geçmek mümkün olmayacaktır.

Çözüm Yolu: Toplumsal Bir Mücadele

Şiddetle mücadele için atılması gereken ilk adım, bu olguyu bir bütün olarak ele almak ve toplumun her kesiminde şiddetin köklerine inen bir farkındalık oluşturmaktır. Eğitim, medya ve toplumsal kampanyalar aracılığıyla şiddetin her türüne karşı bir bilinç oluşturulmalıdır. Bu noktada, medyanın ve iletişim uzmanlarının rolü büyük önem taşır. Medya, şiddeti sıradanlaştıran ve adeta “alışılmış bir olay” olarak sunan bir yaklaşımdan uzak durarak, şiddeti ele alırken toplumdaki şiddet olgusunu bütüncül bir şekilde ele almalıdır. Örneğin, şiddetin sadece bir sonucu değil, aynı zamanda bir nedeni olan toplumsal koşulların sorgulanması, bu yönde atılacak önemli bir adımdır. İletişim alanında yapılan akademik çalışmalar ve bu alanda çalışan uzmanlar, toplumda şiddetin nasıl sunulduğunu, algılandığını ve normalleştirildiğini inceler. Bu bağlamda, şiddetle ilgili haberlerin nasıl verildiği ve toplumun şiddet olaylarına bakış açısının nasıl şekillendiği, medya etiği açısından da büyük bir önem taşır. Medyanın bu konuda üzerine düşen sorumluluğu yerine getirmesi, toplumsal bilinci artırmada önemli bir araçtır.

Özetle, şiddeti kategorilere ayırmak, toplumda bu sorunu çözmek yerine sıradanlaştırabilir ve hatta bazı şiddet türlerini önemsizleştirebilir. Şiddetin her türünün aynı toplumsal ve psikolojik kökenlere dayandığını unutmamak gerekir. Bu nedenle, şiddetle topyekûn mücadele etmek, bu sorunu daha köklü bir şekilde çözmenin en etkili yollarından biri olarak karşımıza çıkmaktadır.

"Şiddet, iyileşmesi imkânsız yaralar açar ve nefret, ancak toplumda daha fazla nefretin doğmasına neden olur. Şiddetin getirdiği karanlık, asla başka bir karanlıkla aydınlatılamaz; yalnızca sevgi, o karanlığı yok edebilir." Martin Luther King Jr.