​​​​​​​Rıza Beşer adını bilenleriniz, hatırlayanlarınız var mı? Ben çabuk unutmadım ama, geç bulduğum eğitimci, şair ve yazarlarımızdandı. Hakkında kitap yazdım. Ebedi aleme göç etmeden bir süre önce, kitabını gördü, sevindi. Rıza Başar’ın güçlü taşlamaları ve unutulan bir şiir türü olan mensureleri vardı.

Yolcu” odaklı mensurelerini çok sever ve niçin olduğunu bilmeden duygulanırım. .

İşte rast gele biri:

“ … Bana sevmeyi, yaşamayı öğreten gözlerinden gözlerimi ayırmak istemezdim. Yalnız o gözlerde kendimi bulmak için yaratılmış olduğuma inanırdım. Gözlerine baktıkça da sana tapınır ve her bakıştan kıskanırdım.

Seni sevmem, sana âşık oluşum, bir saray bahçesi bahçıvanının sultanına âşık oluşu gibi bir şey... Ama sen taş yürekli değildin Yolcu!

Sevda sunan gözlerin, gözlerimi arardı, sevgime saygın vardı. Şimdi neredesin?”

Bu tür yazıların karşılığı edebiyatımızda “mensure”lerdir. Mensurelerde, duygu yoğunluğuna ve imgelerle iç uyuma önem verildiği için, dilbilgisi kurallarına uygunluk aranmaz. İlk örneklerini 19. Yüzyılda Fransız edebiyatında görüyoruz. Bizim edebiyatımıza Şinasi’nin Fransız edebiyatından yaptığı şiir tercümeleri ile girdi. Fransız edebiyatından etkilenerek "Servet-i Fünun"cuların da denedikleri bir tür oldu...

Mensureler biçimsel olarak düz yazıya, anlatım ve üslup olarak da şiire benzer. Olay, ahenk ve ritim unsurlarıyla yazılırlar. Bir başka anlatımla mensureler, ölçü ve uyak koşuluna bağlı kalınmadan, düz yazıyla şiirsel söyleyişin amaçlandığı yazıdır.

Mensur şiirin Türk edebiyatındaki ilk örneklerini Halit Ziya Uşaklıgil verdi. Mehmet Rauf, Ruşen Eşref ve daha bir birçok yazarımız başarılı eserler verdiler. Şairlerimiz içinde bu alanda en güçlü örnek veren Feyzi Halıcı oldu.

Feyzi Halıcı’nın duygu, düşünce, yaşam ya da hayallerini şiir inceliğinde anlatan düzyazıları vardı.

Feyzi Halıcı’nın mensurelerinden bir bölümü “Selçukya Güzellemesi” adlı kitabında yer aldı. Kitapta altmışaltı mensure yer almakta. Her birinde Feyzi Halıcı’nın büyük bir başarı ile şiirselliği sağlamak için cümlede iç uyum gözettiği ve imgeden, şairane benzetmelerden ne kadar güzel yararlandığı görülüyor. “Beklerken” başlıklı mensureen bir bölümü alıntı yapıyorum:

“…

Duydun mu bir gong vurdu, tozpembe. Gördün mü bir yıldız kaydı. Gönlümdü, yıldızın yörüngesi. Adımlarımdı o ışık demeti. Seni geliyordum, sana doğru. Güzelliğin ipliği ellerindeydi. Uçurtma yap, uçur beni gönül ufkunda! Seni duruyorum çiçek çiçek. Seni oluyorum, dolu-gerçek.

Kırtlama çaya bir şeker daha, değil. Sen hepsisin, sen hep'sin. Süre-gelensin, dura-gelensin, vura-gelensin, yokluktan vara gelensin.

Bu kalabalıklar niye? Niye bu tedirginlikler? Yeni bir yorgunluğa yeniden yem olmak niçin? Bir tadımlık notalardan bir kadeh yapmışım koskocaman. Şimdi sabah, aşikâr. Şimdi bir nihavent şarkı... Ve asma yapraklı bir yol, seni bir incir yaprağına çağırıyor. Ne dersin? Güzelden güzel, düşten tatlı bir üçgen. Bir gülâbdanda gül sularıyla oğulmuş omuz başları. İpek pelerinde çifte dut ucu titreşimi. Sonra sevilesi ve öpülesi bir yarım ay kavsi. Hiyeroglif dudaklarında şeffaf bir yaşama sevinci. Bir sıcaklığın soluk soluğa parmak uçlarına dönüşümü. Birazca durmak sere serpe uzanmak ve düşünmek, burada! Bekle bakalım, Cennet kuşu hangi parmağından?

Zamanı aşıyoruz. Beraberce seninle sana yaklaşıyoruz. Ve sütü, o bembeyaz, o yapışkan bakraç sütü, kaymağa dönüşme pahasına tekmil beyazlığına, pembe beyazlığına, alabildiğine döküyorum, şiirin ve musikinin çengi alev dizelerine, notalarına...

Elma dersem çık, armut dersem.” cümleyi tamamlamıyorum. Bu tat hep böylecene olduğu yerde kalsın!