Samimi olmak , gerçek duyguya sahip olmak ve onunla iletişime geçebilmektir. İki insan birbirini fark ettiği anda iletişim başlar.
Karşınızdaki samimiyetsiz biriyse, bunu gizleyemez, görünmeyen ama insanı öldüren, kokusuz karbon monoksit gazı gibi bir şey yayar etrafına. Anında alırsınız zehri. Öyle bir zehirdir ki, bir anda sizin duygu durumunuzu da bozar ve siz de doğallığınızı yitirirsiniz. Kendi konuşmanızı, duruşunuzu yadsımaya başlarsınız. Sanki “siz” gibi değilsinizdir, kötü bozuk bir şey karışmıştır kimyanıza. Tam da Şükrü Erbaş’ın “ödünç sesle konuşan bir kalabalık içinde kendi sesiyle silinmek” durumuna gelirsiniz.
Samimiyetsizin kendini gizleyememesi her zaman genel geçer bir doğru olmayabilir. Samimiyetsiz olduğunu gizleyebilenler de vardır ki onlar yalnız samimiyetsiz değil aynı zamanda üstün yetenekli birer oyuncudurlar. Cervantes’in Don Kişot’ unda şeytan ile Don Kişot arasında şöyle bir konuşma geçer; “Şeytan giderken Don Kişot bağırdı; -bir dakika bekle! Sana son bir soru daha soracağım.. –“sor bakalım” dedi alaycı bir sesle. –“ormanda savaş naraları atanlar senin adamların mıydı?” –“elbette.. Benim adamlarım çoktur!” –“iyi ama Allah Allah diye bağırıyorlardı? –“Ne sandın ya!. Şeytan Şeytan diye mi bağıracaklardı? –“bizim işimiz bu; aldatmak, daima aldatmak!..” işte böylesi samimiyetsizler de vardır ve rollerini şeytani bir ustalıkla oynayabilirler.
Sahte, yapay olma hali o kadar arttı ki, oksijenimize karışan kurşunun, ciğerimize yapışması gibi, is kokusunun üstümüze sinmesine engel olamamak gibi, rüzgarın üstümüze başımıza yağdırdığı toz gibi yalan, yapay samimiyetsizliğe, kaçınılmaz bir biçimde maruz kalıyoruz.
Araştırmalar gösteriyormuş ki sosyal medya ağlarından instagram insanları depresyona sürüklüyormuş. Hayatlar, sanal ortamlarda memnunmuş gibi, mutluymuş gibi gösterilince, samimiyetsizlik de besleniyor haliyle. Yapaylığın ortasında sahici çiçekler açmıyor, olsa olsa kokusuz naylon çiçekler oluyor. Sahici olmayan hiçbir şey iyi gelmiyor insana. Ama şunu da eklemek gerek, ne ile ilgileniyor neyi arıyorsanız onu buluyorsunuz sosyal medyada. Sonuçta neyi tüketeceğimizi, kendimizi nelere maruz bırakacağımızı kendimiz seçiyoruz.
Gerçek düşünceyi, duyguyu paylaşmak konusunda çekimser kalanlar, çözümü, “ima etmekte, söz dokundurmakta” buluyor. Buna maruz kalanlar ise bir ip cambazı gibi,” onu mu demek istedi? bunu mu demek istedi?” diye düşünürken, beyin okuma yeteneklerini geliştiriyorlar. Samimiyet cesaret de istiyor. Sosyal ilişki içinde, duygu ve düşüncelerini açık yüreklilikle ifade etmek yerine; “toksik insana” katlanmayı ve idare etmeyi seçiyor birçoğumuz.
Oysaki içtenlik ne güzeldir, içimizi ısıtır, yakınlaştırır. Hayat yaşamak için var, yaşam ise paylaşımdan ibaret. Samimi bir dosta, içimizi dökmek terapi etkisi yaratır, ruhumuza iyi gelir. “İnsanın acısını insan alır.” der şair. “iyileşmiyor, dosta gösterilmeyen yara” der başka bir şair. Dertleşmeyle derdimize çare ararız, bu kavram bile, “bütün çöpümüzü karşımızdaki insana boşaltmak” anlamına getirildi günümüzde. İçli dışlı olmanın, yakınlığın mesafesini de iyi ayarlamamız gerekir, değil mi? Mesafe çok daralırsa gerilim artabilir. Kirpi ikilemi, Schopenhauer’un yakın ilişkilerin zorluklarını ifade etmekte kullandığı bir metafordur. Karda üşüyen kirpiler, ısınmak için birbirlerine sokulurlar, bu defa da dikenleri birbirine batar. Soğuktan donmayacak kadar yakın, dikenler batmayacak kadar uzak, ancak, bu mesafe ayarını bulabildiğimizde, yakınlık ve samimiyetin besleyen, iyileştiren gücünü hissedebiliriz.
Halk arasında, kötü insanlar için “Allah başa vermesin” diyerek yapılan bir dua vardır. Kaçamadığımız, dikenlerinin neden olduğu, yara berelerden kurtulamadığımız, bir dikeninden kaçmaya çalışırken diğerine takıldığımız kirpiler de vardır hayatımızda. Bu kirpileri düşünerek amin diyelim bu duaya da. Sait Faik’in “yazmasam deli olacaktım” dediği gibi, bunu yazmasam olmazdı.
Organik gıdaya ulaşmak nasıl zorlaştıysa, organik insan bulmak da zorlaştı. Organik insanla karşılaştığınızda da onun organik olduğunu hemen anlarsınız. Şehirli insanın “profesyonel hayat” dediği tedbirli, kontrollü halleri ve sosyal maskeleri yoktur onların. Kaz dağlarının bol oksijenli havası gibi iyi gelirler insana. Varsa etrafınızda böyle insanlar, ihtimam gösterin onlara, kırmayın gönüllerini. Organik insanın doğallığı sizi sarıp sarmalar, farkında olmadan bütün kontrollü tavır ve duygularınızı bir yana bırakır, varsa siz de maskenizi çıkarır rahatlarsınız. Kendi doğallığınızı açığa çıkarmaya başlarsınız, rahat, hakiki bir gülümseme yüzünüze yerleşmeye başlarken, kalbiniz de ısınmaya başlar.
Aklımdan ve kalbimden geçenleri söze dökmeye başladığımdan beri, hikâye anlatmaktan hoşlandığımı daha çok fark eder oldum. “Samimiyet” ile ilgili anlatmak istediğim hikâyelerim var size. Ancak hepsi bu yazıya sığmayacak. Bir tanesiyle bugünkü sözümüzü noktalayalım, bir başka yazıda sevgiyle, samimiyetle hikâyelerimize devam edebileceğimizi umarak.
Eskilerden bir hikâye; İbrahim Bin Edhem bir gece çatısında bir ses duyar. –“ Gidin bakın” der. –“Kim bu? Benim çatımda gürültü eden, sultanı uyutmayan kişi.” Tutup getirirler damdaki adamı. –“Gafil adam ne yapıyorsun sen benim çatımda?” der. –“Hünkarım kaybettiğim devemi arıyorum.” Der adam. –“ Sen nasıl bir gafilsin ki benim çatımda deveni arıyorsun. Devenin benim çatımda ne işi olur.” Deyince devesini arayan adam, –“hünkarım siz bu tâc u taht içinde, saltanat içinde, ipek giysiler içinde Allah’ı aradığınızı söylüyorsunuz. Eğer Allah böyle bulunabiliyorsa, ben de sizin damınızda devemi bulabilirim.” der..
İnandığınız gibi yaşamıyorsanız, yaşadığınız gibi inanmaya başlarsınız.. Sağlıcakla, samimiyetle kalın..