Elbette, “ancak;” “ne var ki?”, “bununla birlikte” gibi sözleri kullanabilirdim. Ancak, içimden arkaik bir deyim kullanmak geldi.

Nezaket gösterip bana “sen garip bir kültür ecirisin,  siyasetin gümüş zurnası neyine?” diyenleriniz olacaktır. Şiirle, musikiyle, halk bilimiyle oyalanıp ömrümü tamamlayacağım ama, Şeyh Galip’in dediği gibi “İnsâfın o yerde nâmı yok” olunca Nedim’vari tahammül mülkümüz yıkılıveriyor.  

Bravo. Böylesi bir feraset karşısında ne denilir bilmiyorum. Yuh mu demeliyim, bravo mu? Sonunda tarikat kisvesine bürünmüş sapığın suçunu, günahını da Atatürk’e yüklediler. Meğer Atatürk tekke ve zaviyeleri kapatmasaymış, merdiven altı tarikatlar olmayacak, cümle sabi, sübyanın başına bir şey gelmeyecekmiş.

Edebiyatla ilgilenenler bilirler, “hüsn-i talil” diye bir sanat vardır. Bir oluşuma güzel bir sebebe dayandırma sanatıdır.

Yahya Kemal’in “Sessiz Gemi ”sinden örnek vereyim:

“Birçok gidenin her biri memnun ki yerinden /

Birçok seneler geçti dönen yok seferinden…”

Şair, ölenlerin dünyaya dönmeyişini, yerlerinden memnun olmalarına bağlıyor.

Sefil Emrah adına kaydedilen güzel bir türkü vardır: “Salındı bağçaya girdi / Çiçekler selama durdu / Mor menekşe boyun eğdi, / Gül kızardı hicabından”

Elbette güllerin kırmızı olması genlerine dayalı bir doğa olayı. Ama, şairimiz, bunun sebebinin, sevgilisinin güzelliği karşısında, güllerin utancından kıpkırmızı olduğuna bağlıyor.

Sapık tarikatçının sebebini Atatürk’ün tekke ve zaviyeleri kapatmasına bağlayanlar her halde gerisinden hüsn-i talil yapıyorlar.

Tekke ve zaviyelerin kapatılış öyküsünü anlatmadan önce bir anekdot nakledeyim:

1 Nisan 1922’de Konya’ya gelen Mustafa Kemal’i karşılamak üzere Konyalılar istasyonu doldurmuştu. Yüzlerce meşale parıldıyordu.

İnceleme ve gezi programları içinde bir medrese de vardı. Kanlı canlı, genç mollalar ile hocalar avluda dizilmiş, bekliyorlardı. En yaşlı hoca, Paşa’dan medrese sayısının artırılmasını ve medrese öğrencilerinin askere alınmamasını rica edince, M. Kemal Paşa sinirlendi:

“Sizin için medrese, Yunanlıları mağlup etmekten, halkı zulümden kurtarmaktan daha mı değerli? Millet kan içinde yüzerken, halkın en iyi çocukları cephelerde dövüşür, yurt için canlarını feda ederken, siz burada genç, sapasağlam delikanlıları besiye çekmişsiniz. Bu asalakların askere alınmaları için yarın emir vereceğim.” (Turgut Özakman- Şu Çılgın Türkler)

Bu anekdota bir nokta koyduktan sonra, daha eskilere projektör tutalım. 

Musul-Kerkük meselesine ilişkin müzakereler sürmekteyken, İngilizlerin desteğiyle ayaklanan Şeyh Sait’in, bu ayaklanmaya “gerekçe” olarak uydurduğu nedenler arasında, Tekke ve Zaviyelerin kapatılması meselesi de vardı. Oysa bu isyanın asıl hedefinin şeriatı geri getirmek ve bir Kürt devleti kurmak olduğu belliydi.

İslam’da ibadet kuralları, İslam dünyasında zaman içinde farklı biçimlerde yorumlanmış, “Tarik” Allah’a giden yol olarak ortaya çıkmıştı. Pek çok tarikat türemişti. Tarikat üyelerinin kendi aralarında toplanacakları ve birlikte ibadet edecekleri yerlere “tekke” denilmişti. Tekkelerin küçüklerine de “hücre”, “küçük oda” anlamına “zaviye” denilmişti.

Dini kurallara sıkı sıkıya bağlı “medreseliler” karşısında, Tekkeler ve Zaviyeler, gelişimden yana, açık görüşten ve tartışmadan yana bir duruş sergilemişlerdi ki, “Tekke Edebiyatı” ortaya çıkmıştı. Hatta, tekkeler bir anlamda resim, müzik, şiir gibi sanat dallarında eğitim veren kurumlar haline gelmişlerdi.

Hani derler ya 'amma ve lakin'.

bu kurumlar bu işlevlerini yitirdi.  Birçok imtiyaza sahip oldukları için, devlete vergi vermek istemeyenlerin, askerlikten kaçanların, işsiz güçsüzlerin, miskinlerin sığınağı haline geldi.

Yarın size “amma ve lâkin”in kerrakesini, anlatayım.