Zaman düşer ellerimden yere/ Oradan tahtaboşa/ Saatler çalışır izinsiz hep bir sonraya/ Resimler sarı güneşsizlikten / ve sen, ben değirmenlere karşı/ bile bile birer yitik savaşçı…
Geçen hafta Uğur Mumcu’nun katledilişinin yıldönümünde; 1980’de Mamak Askeri Cezaevinde dövülerek öldürülen yayıncı İlhan Erdost’un kızı Türküler Erdost kendisi gibi babasız bırakılan Uğur Mumcu’nun çocukları Özgür ve Özge Mumcu’ya yazmış; “Yalnızca bir kırık gözlük değil, bir sürü kırık yürek… Babalarımız bizlerle kalıp gözlerimizden öpebilmeliydi…”
Bugün ise 01 Şubat, Milliyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni ve Başyazarı Abdi İpekçi’nin katledilişinin 45. Yıldönümü. İki yıl önce Cumhuriyet Gazetesinde yayınlanan bir yazıdan küçük bir bölüm paylaşmak istiyorum sizinle; “ İpekçi cinayeti aydınlatılmak istenseydi, bugün hâlâ hayatımızda olan pek çok isim, henüz yolun başında cezalandırılacak, sonraki kanlı eylemlerine imza atamamış olacaktı. Ancak 12 Eylül darbesinden sonraki Türkiye kurgusunda bu isimlerin tamamına önemli görevler düşüyordu. Bugün hala devam eden faili meçhul cinayetlere ilişkin davalarda, yasadışı eylemlerde İpekçi dosyasının gölgesi var. O gölge, aynı zamanda Türkiye’nin güneşli günlere neden kavuşamadığını da net biçimde anlatıyor. Türkiye, İpekçi cinayetinden sonra geri dönülemez bir noktaya hızla koştu.”
Muammer Aksoy, Bahriye Üçok, Uğur Mumcu, Abdi İpekçi, Ahmet Taner Kışlalı, Gaffar Okkan, Necip Hablemitoğlu, Muhsin Yazıcıoğlu, Hrant Dink, Sinan Ateş… Upuzun, bir ucu açık, acı bir listedir bu, uzar gider yıllardır. Harika insanlar yitirdik. Değirmenlere karşı savaştılar, hiç unutmayacağız..
Suikastlerle ilgili pek çok dava sonuçsuz kaldı. Araştıran, tozlu, örümcekli karanlıklardan gerçekleri bulup çıkaran, bugünü doğru analiz eden, gelecekte olacakları öngören, halkı uyaran, işini hakkıyla yapan, vatanını seven, dürüst, onurlu, çok değerli birçok aydınımız, kalleşçe katledildi.
Geçen hafta, gazetemizin değerli yazarlarından Ahmet Özdemir’in “ Vurulduk ey halkım, unutma bizi” başlıklı yazısını okumuştum. Ahmet Bey’in yazısında şöyle bir bölüm vardı; “1993 yılının yaz aylarında Emniyet Genel Müdürü Mehmet Ağar, Uğur Mumcu’nun eşi Güldal Mumcu’yu ziyaret etmişti. Mumcu’nun avukatı M. Emin Değer’in de bulunduğu konuşma sırasında, Güldal Mumcu’nun ‘Bu olayların ortaya çıkmasını engelleyen bir duvar oluşuyor…’ demesi üzerine Mehmet Ağar ‘Evet, soruşturmayı engelleyen bir duvar var…’ demişti. Güldal Mumcu da ‘Bir tuğla çekin o zaman, gerçekler ortaya çıksın..’ dediğinde ‘Bir tuğla çekersem, duvar yıkılır…’ yanıtını almıştı.”
Tetikçilerin, bombacıların arkasındaki karanlık güçleri açığa çıkaracak tuğlalardan çekilen yok. O tuğlalar çekilmez, bizde başka tuğlalar çekilir.
Bir fiziksel beceri oyunu olan “jenga” oyununu bilirsiniz. Oyuncular 54 bloktan oluşan bir kuleden sırayla bir blok çeker. Çekilen her tuğla kulenin tepesine yerleştirilerek kulenin giderek daha istikrarsız hale gelmesi sağlanır. Hadi biz buna, blok değil de tuğla diyelim. Kuleyi de bir ülke gibi düşünelim. Yani, jenga kulesi ve tuğlası bizim metaforumuz olsun. Her bir tuğlanın “hayati bir organ” gibi, önemli bir değeri ifade ettiğini varsayalım. Misal, bir tuğla; “milli eğitimi” ifade etsin. Bir diğeri; “hukukun üstünlüğünü, adaleti”, bir diğeri; “laikliği,” bir diğeri; “toplumsal barışı”, bir diğeri; “ülke ekonomisini”, bir diğeri; “liyakati”, “toplumsal güvenliği”.. gibi. Böyle böyle daha pek çok tuğla sayabiliriz.
Yerinden asla oynatılmaması gereken tuğlalar, sökülüp atılıyor, öyle bir atılıyor ki un ufak oluyor. Konuyu çok dağıtmak istemiyorum ama bir örnekle azıcık açmak istiyorum. Misal, “milli eğitim” tuğlasına bakalım;
Milli Eğitim Bakanının söylediklerini hatırlayın; “Milli Eğitim Bakanlığının 2023 yılı itibariyle geçerli, 2.709 tane protokolü var. Bunların içerisinde sizin “tarikat, cemaat” dediğiniz, bizim “STK” dediğimiz yapılarla, toplasanız 10 tane protokolümüz var. Onlarla protokol yapmaya da devam edeceğiz. Çünkü onlar çocukların dağa çıkmasını engelliyor” demişti. Evet, biz tarikat ve cemaat diyoruz. Laik Türkiye Cumhuriyetini yıkmak isteyen, hilafet isteyen, tarikat ve cemaatlerdir bunlar.
Şimdi de; İlkokul 3. Ve 4. Sınıfa giden öğrenciler, hafta sonları camilere götürülecek, manevi danışmanlarla yani liseli ve üniversiteli abla ve abilerle buluşacakmış. Bu, abi ve abla meseleleri ne işler açtı ülkenin başına hepimiz biliyoruz. Aman ha, çocuklar dağa çıkmasın derken, tarikatlara yetiştirilecek potansiyel mürit gözüyle bakmayın da el kadar bebelere.
Anayasanın 24. Maddesine göre “din ve ahlak eğitimi,” devletin gözetim ve denetimi altında yapılmak zorundadır. Yine anayasanın 14. Maddesi der ki;” Anayasada yer alan hak ve hürriyetlerden hiçbiri, devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozmayı ve insan haklarına dayanan, demokratik ve laik cumhuriyeti ortadan kaldırmayı amaçlayan faaliyetler biçiminde kullanılamaz.”
Şimdi siz karar verin, tuğla yerinden mi oynuyor, sökülüp atılıyor mu? diğer tuğlalardan bahsetmedik üstelik..