Bu dünya soğuyacak günün birinde,

hatta bir buz yığını yahut ölü bir bulut gibi de değil,

boş bir ceviz gibi yuvarlanacak, zifiri karanlıkta uçsuz bucaksız

şimdiden çekilecek acısı bunun, duyulacak mahzunluğu şimdiden.

Böylesine sevilecek bu dünya “yaşadım” diyebilmen için…

(Nazım Hikmet- Yaşamaya Dair)

İnsanın hayat yolculuğu kendi içine doğru bir yolculuk, özünde, mayasında ne varsa günün sonunda onu açığa çıkarıyor. Yolda bir şeyleri kötü yapmamız ya da hatalar yapmamız bunu ancak geciktirebiliyor. Bir programda, bir hocamızın gençlere tavsiyelerini dinlemiştim. Şöyle diyordu; “Herkesin içinde gizli bir hazine vardır. Gençler o hazineyi keşfetmeye çalışsınlar. Onu bulduğunuz zaman tamamlanırsınız. O hazine sizi yaşatır.” Burada sözü edilen hazine bizim özümüz, irademiz, irfanımız ve yeteneğimiz.

Hatalarımız demiştik, kimilerimiz hata yapma korkusuyla hiçbir şey yapmadan geçiriyor bir ömrü. Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar’ ında geçer; “Kötü bir resim asarım korkusuyla hiç resim asmadım, kötü yaşarım korkusuyla hiç yaşamadım.” Selim Işık, böyle yüzleşir kendisiyle. Bir şeyi kötü yapma ihtimali, yanlış yapma ihtimali neden bu kadar korkutuyor? Sanırım en önemli nedenlerinden biri, psikolojide “mükemmeliyetçi kişilik bozukluğu” olarak geçen, “başkalarından veya kendisinden, durumun gerektirdiğinden fazla, son derece yüksek, hatta kusursuz bir performans talep etme eğilimi olarak tanımlanan duygu, düşünce ve davranış bütünü”. Mükemmeliyetçilik iyi’yi bozar, tümcesini yıllar önce duymuştum. Yakın zamanda ise, “iyinin karşıtı, kötü değil, mükemmeliyetçiliktir” tümcesini okudum bir yerde. Oysa hata yapma hakkımızı, samimiyetimize sırtımızı dayayarak kullanabilsek ne güzel olurdu. Çekindiğimiz için ya da heyecanımızı bastıramayacağımızı düşündüğümüzden ya da korktuğumuz için girişemediğimiz işler olmuştur. Halbuki, bize ait olan o duygularla, cesaretle yol almayı deneyebilseydik, duygularımızı yok etmeye, bastırmaya çalışmak yerine. Böylesi çok samimi ve doğal olurdu. Zaten, cesaret, korkunun varlığına rağmen devam edebilme kapasitesi olarak tanımlanır. Sizce de heyecandan titreyen bir ses çok kıymetli değil mi?

Hayat kimyadır” der, Oktay Sinanoğlu. Gerekli olan maddeler, kararı kadar miktarlar ile birleştirildiğinde hedeflenen bileşime ulaşılır. İnsan bedeninde salgılanan hormonlar, bedenin kimyasını oluşturur, ortaya çıkan kimya ise bizi yönetir. Mutluluğumuz, heyecanımız, öfkemiz içimizde sürekli değişip duran hormon düzeylerimiz ile ilgilidir. Bir de yaşamımızda tutturmamız gereken bir kimya vardır. İşte burada bir takım sihirleri kararında kullanabilmek galiba işin püf noktasını oluşturuyor. Her şeyi bir arada yapabilme yetisi, ben buna “denge sihiri” diyorum. Kendimizi, işimizi ve sevdiklerimizi ihmal etmeden, yemek tarifi yazar gibi kendi yaşam tarifimizi yazmamız gerekiyor sanki. Şairin “Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine, ”dizeleri de ideal olan dengeyi çok güzel ifade etmiyor mu? İlber Ortaylı annesinden söz ederken, “her şeyi bir arada yapabilen ve çocukları yetiştirebilen biriydi. O kuşakta böyleleri vardı, annem tek değildi. Bugünün annelerine de aynı sabır ve dayanıklılığı tavsiye ediyoruz, lazımdır”..diyor. Türkan Saylan’ın hayatı örneğin. Her şeyi bir arada yapabilmiş, incelikle yaşanmış değerli bir hayattır. Sosyal hayatında yaptıklarını çoğumuz biliriz, özel hayatından bir örnek vermek istiyorum. İki oğlu üniversite öğrencisiyken, çocuklarının arkadaşlarından üç genci de evine kabul eder ve beş gençle hep birlikte yaşarlar. Hayatımız, yüreğimizin ne kadar büyük olduğuyla da çok ilgili değil mi? Duygularımızı yaşayarak, onları yok etmeye çalışmadan, hata yaparak, hoş görerek, korksak da cesaret ederek, içimizdeki hazineyi bir simyacı gibi arayarak, kendimizden başlayıp, dünyayı, hayatı severek, samimiyetle, hoş görüyle, üzüntüyü, acıyı, sevinci, bizi geliştiren tüm duyguları kabul ederek yola devam etmek gerekiyor galiba.

Ataol Behramoğlu’da “Yaşadıklarımdan Öğrendiğim Bir Şey Var” şiirinde bu kadar güzel ifade eder, bunu; Ve kederi de yaşamalısın, namusluca, bütün benliğinle

Çünkü acılar da, sevinçler gibi olgunlaştırır insanı

Kanın karışmalı hayatın büyük dolaşımına

Dolaşmalı damarlarında hayatın sonsuz taze kanı..

Yaşamak ciddi ve incelikli bir iş. Yaşamak sanat gibi bir iş. Auguste Rodin’in mermer bloğunun içindeki “düşünen adamı” görüp onu oradan çıkarabilmesi gibi, Işığın farklı saatlerdeki yansımasını kullanarak, aynı görüntüyü defalarca farklı tablolara dönüştürebilen Claude Monet’nin 32 yaşındaki eşini, ölüm döşeğinde resmetmesi gibi, halis, incelikli bir iş yaşamak. Nasıl bir duygu durumuyla atılmış olabilir o fırça darbeleri. Bir insan, dünya döngüsünün bir yerlerinde bir duygu yaşıyor, duygusunu, kendi içinde, çok öncelerde keşfettiği hazinesiyle, yani kendini en iyi ifade edebildiği yolla anlatıyor. Siz yıllar sonra bu resmi ve resmin hikayesini öğrendiğinizde, ressamın kederini, hüznünü hissedebiliyorsunuz. Sanat böyle bir şey.. Yaşam da bizim ellerimize verilmiş bir tuvaldir. Ve tuvalimiz de zaman da hakkını ister bizden. Bir elma, erik, kiraz ağacı, özünden oluşan meyvesini sunarak, kendi hayatının hakkını ne güzel verir. Biz de ağaçlar ve çiçekler kadar olabilsek keşke, diyecektim ki şu dizelerini anımsadım;

Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen.

Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen. (Şeyh Galip 1757-1799)

Beyitin günümüz Türkçesi’ndeki karşılığı şu şekilde;

Kendine bir hoşça bak, alemin özüsün sen.

Varlıkların göz bebeği olan insansın sen..