Mevlânâ müslim veya gayr-i müslim herkese karşı yaptığı iyi muâmele ve güler yüz ile her tarafta ünlenmişti. O zamanlar İstanbul'da bulunan meşhûr bir papaz, merâk edip Mevlânâ'yı görmek istedi. Konya'ya geldi.

Konya'da yaşayan Hıristiyanlar onu karşıladılar. Yolda giderken Mevlânâ'yı gördüler. Papaz hızla yetişip, Mevlânâ'ya çok saygı gösterdi. Önünde eğildi. Mevlânâ da onu iyi karşıladı. Papaza, papazın yaptığından daha fazla iltifatta bulundu.

Mevlânâ, bir gün oğlu Sultan Veled'e: "Oğlum! Eğer Cennet'te olmak istersen, herkes ile dost geçin, hiç kimseye kin tutma, herkese tevâzu göster. Zîrâ alçak gönüllü olmak asıl sultanlıktır." buyurdu.

Konya eşrâfından Muînüddîn Pervâne, şehrin ileri gelenlerini yemeğe dâvet etti. Dâvetliler arasında Mevlânâ  de vardı. Herkese yemekler geldi. Mevlânâ'ya özel olarak altın bir tabak içerisinde, bir kese altın konulmuş ve üzerine pirinç pilavı doldurulmuş bir hâlde sunuldu. Mevlânâ, tabağı görünce yüzünü çevirdi ve elini uzatmadı.

Ev sâhibi yemesi için; "Helâl lokmadır, buyurunuz efendim." diye ısrâr edince,

"Altın tabak içinde altın kesesi saklayarak bizi imtihan mı ediyorsun? Bir de yememiz için ısrâr ediyorsun, bu size yakışır mı?" dedi. Bu sözleri duyan ev sâhibi, mahcup oldu. Mevlânâ'nın ellerine sarılıp öptü ve kendisini talebeliğe kabûl etmesini için yalvardı.

Bir kimse, geçim darlığından şikâyette bulundu. Bunun üzerine Mevlâna o kimseye;

"Eğer sana, azalarından birini kesip, yerine bin altın verelim deseler râzı olur musun?" diye sordu. O da;

"Hayır, râzı olmam." diye cevap verdi. Bunun üzerine Mevlânâ hazretleri;

"Ey kardeşim! Madem ki razı olmazsın, niçin geçim sıkıntısından şikâyette bulunursun? Fakirim diyorsun, bu kadar altından daha kıymetli âlâların var iken, vücudun sıhhatte ve âfiyette iken, niçin bunları sana bedavadan ihsan eden Allahü teâlâya şükretmiyorsun? Allahü teâlâ; meâlen "Nîmetlerimin kıymetini bilir, emrettiğim gibi kullanırsanız onları arttırırım." (İbrâhim sûresi: 7) buyurdu.

Bir gün Mevlânâ hazretlerine kötü huylu kimseleri sondular. Şu hikayeyi anlattı:

"Bir gün bir akrep bir ırmağın kenarında dolaşıyordu. Birdenbire bir kaplumbağa akrebin yanına gelip ona; "Burada ne yapıyorsun?" dedi. Akrep; "Ben ırmağın öte yanına geçmek için bir çâre arıyorum. Çünkü benim bütün yavrularım ırmağın öte yanındadır." diye söyledi. Kaplumbağa da şefkati ve yabancıya iyi davranması sebebiyle onu en yakın bir akrabasıymış gibi sırtına alıp su üzerinde yüzmeye başladı. Irmağın ortasına gelince akrebin sokmak arzusu uyandı. Kaplumbağanın sırtında iğnesini dokundurdu. Kaplumbağa; "Ne yapıyorsun?" diye sordu. Akrep; "Hünerimi gösteriyorum. Sen bana iyilik edip yarama merhem koydun. Ben de sana iğnemi sokuyorum. Benim göstereceğim şefkat de ancak budur." dedi. Bunun üzerine kaplumbağa suya daldı. Akrep de boğulup gitti."

Mevlânâ  bundan sonra şu beyitleri okudu: "Câhil, yakınlık gösterse de sonunda câhilliğinden ötürü seni incitir." Sonra da; "Ahmağın sevgisi, ayının sevgisine benzer. Onun kini sevgi, sevgisi kindir. Haydi kötü nefsi öldürün. Bu hususta ihmal göstermeyin. Onu diri bırakmayın. Çünkü o akreptir."

Şimdi Mevlâna’nın hikmetli sözleri arasında bir gezinti yapalım mı?

** Nice insanlar gördüm, üzerinde elbisesi yok. Nice elbiseler gördüm, içinde insan yok.

** Korkunç bir kurban bayramı olan kıyamet günü, inananlara bayram günüdür, öküzlere ölüm günü.

** Birinin başına toprak saçsan başı yarılmaz. Suyu başına döksen, başı kırılmaz. Toprakla, suyla baş yarmak istiyorsan, toprağı suya karıştırıp kerpiç yapman gerek.

** Bulutlar ağlamasa yeşillikler nasıl güler?

** Aşıkların gönüllerinin yanışıyla gözyaşları olmasaydı, dünyada su da olmazdı, ateş de.

Yarın, Mevlâna’nın hikmetli sözlerinden bir buket sunduktan sonra şiir ikliminde bi gezinti yapacağım.