Sonu “izm” ile biten, aralarından su sızmayan iki kavram var; kapitalizm ve hedonizm. Hedonizm, hazzın mutlak anlamda iyi olduğunu, insan eylemlerinin nihai anlamda haz sağlayacak bir biçimde planlanması gerektiğini, sürekli haz verene yönelmenin en uygun davranış biçimi olduğunu savunan felsefi görüştür.

Kapitalizm ise bildiğiniz üzere; büyük oranda kâr elde etmek amacıyla sürekli üreten, ürettiği mal ve hizmetleri sürekli değiştiren, bireye “Carpe diem” (anı yakala, andan haz al) mesajı veren, “sürekli tüket, sürekli satın al” buyruğunu tekrarlayan bir ekonomik düzendir.

Hedonizm ve kapitalizm el ele verip, bireyi, “gerçek anlamdaki an”dan uzaklaştırır. Bu iki kavramın ağına düşmüş birey, hayal ettiklerini bugüne değin elde edememişse, geçmişe öfkeli, sahip olmayı düşlediği şeyler içinse, geleceğe, kredi kartına bilmem kaç ay süreyle borçlu yaşamaktadır. Oysa gerçek anlamda “anda olmak” ile ilgili, çok sevdiğim bir yazar;”anda olmak bağlantıda olmaktır, onca parazitin arasında doğru radyo frekansını bulup müziği duymaktır. Birbirini tekrar eden yüzlerce paterne şaşı bakıp, geri planda gizlenmiş üç boyutlu resmi görebilmektir… Bir başka canlıyla (insan, kedi, ağaç) veya yeryüzünün diğer unsurlarıyla (bulut, nehir ya da dağ) uyum içinde devinmeye, soluklanmaya başladığımız an, doğru frekansı yakalarız.”der.

Kapitalist sistemin düzeni insanı özünden uzaklaştırmıştır. Evlerin içini, dolapların içini, zihninin içini dolduran insan, kendine yaşam ve nefes alanı bırakmamıştır. İnsan eşyanın kölesi olmuştur. Tahsin Yücel’in “Kumru ile Kumru” adlı bir romanı vardır. Romanın kahramanı Kumru, kendisinden iki yıl önce doğan ve ölen ablasının adıyla başlar hayata. Başlık parası karşılığıyla evlendirilir. Kocası Pehlivan ile İstanbul’da bir kapıcı dairesine taşınır. Evlere gündeliğe gitmeye başlar. Kumru, yaşamını ve kimliğini, tamamen yabancı olduğu yeni değerlere göre yeniden kurmak durumunda kalır ve tüketim toplumunun girdabına düşerek, bütün saf ve iyi özelliklerini özünden uzaklaşarak yitirir. Her şey buzdolabını ilk kez görmesiyle başlar, sonra çamaşır makinesi ve televizyon gelir sırasıyla. Kumru’nun tüketim düzeninin içinde yer edinmesi, onu silerek ötekileştirir. Ötekileşen Kumru, eşyaya tutunarak var olmaya çalışır.

Oysa insanın ihtiyacı olan “boşluk”tur. Japonların “MA” felsefesinin temelinde; “Zamanda duraklama ve mekanda boşluk” kavramları vardır. Bu felsefe mimari alanlarına da yansımıştır. Çünkü hayat nefes almak, hissetmek ve ilişki kurmak için boşluk ihtiyacındadır. Boş zamanımız yoksa ve mekânlarımız darsa büyümek gelişmek mümkün değildir.

“Boşluğa övgüyü” bilirsiniz. “Hayatta bütün güzellikler boşluklarda gizlidir. Mekânı nasıl doldurduğunuz değil, nereleri boş bıraktığınız önemlidir. Sinemada neleri gösterdiğiniz değil neleri göstermediğiniz önemlidir. Yazarken ne yazdığınız değil, okurun dolaşacağı boşluklar bırakmanız önemlidir. Evliyken neleri birlikte yaptığınız değil, birbiriniz için hangi boşlukları bıraktığınız önemlidir. Boşluk özgürlüğe ve varlığa saygıdır. Bir çömlek kilden yapılır ama içindeki boşluktur onu kullanışlı yapan, evlerin duvarları, kapıları ve pencereleri vardır ama yaşam evin içindeki boşlukta sürer.

Temeli Uzakdoğu felsefesine dayanan, 1960’lardan sonra daha çok kullanılmaya başlayan minimalist yaşam anlayışı; bize yük olan, her şeyden kurtulmamızı öğütler. Minimalizm;  zihnimizdeki yüklerden, kullanmadığımız, ihtiyacımız olmayan eşyanın yükünden, gereksiz, yorucu her türlü kalabalıktan, karmaşadan kurtulup sadeliğin huzuruna erebileceğimizi söyler, bize. “Sadeleşerek, kendiniz için sağlıklı hayat boşlukları yaratmanız mümkündür, az tüketim çok huzur” der, bunu başarabildiğimizde, gerçek anlamda “anda kalabilmeyi, anlamlı hedeflere odaklanabilmeyi” de daha mümkün kılabileceğiz.

****

EVDEN UZAKTA

Aristoteles bundan iki bin yıl önce; “dostluğun, iyi bir yaşamın ön koşulu olduğunu” söylemiş. En sağlam dostluklar da gençlikte kuruluyor sanırım. Evinden uzakta, öğrenci olan, ailesinin kıymetlisi nice çocuk, yuva sıcaklığına hasret, bir yandan, şiddetin sürekli arttığı, paranın pul olduğu, ülkenin kötüleşen yaşam koşullarına maruz kalıyor, bir yandan da kendi geleceklerini kurabilmek için okuldan yurda, yurttan kursa, dersten sınava, takdir edilesi bir gelecek mücadelesi veriyorlar.

Oğlumun gittiği, üniversite sınavına hazırlık kursunda, bir matematik dersinde, öğretmen ile iki öğrenci arasında; bir sorunun çözüm yöntemiyle  ilgili hafiften uzayan tatlı bir  matematik tartışması yaşanır. Öğretmen, sorunun çözüm yolunun doğruluğunu, çocuklara ispatlar, çocuklar da anlar ve ikna olur. Matematik öğretmenimiz, bu tatlı ama biraz da uzayan zihin jimnastiğinden sonra, iki çocuğa takılır; “size ceza, haftaya ikiniz de sınıfa börek getireceksiniz, biriniz kıymalı, biriniz peynirli” der. Asıl hikâye burada başlar. Öğretmenin börek siparişi üzerine, liseyi ailesinden uzakta, İstanbul’da yüksek puanlı bir fen lisesinde, yatılı okuyan, Adanalı ve Erzurum’lu iki çocuk çok sevinir. Adana’lı sevimli çocuk; “İşte budur” diye sevinçle bağırır ve ekler; “Hocam, bir arkadaşımız da kısır getirebilir mi?” der. Sınıfta geçen bu konuşmayı oğlum anlatınca, “kısırı ben yaparım” dedim. Gelin de yapmayın, gelin de bu çocukları sevmeyin. Pazar sabahı ders, 08.30’da başlayacağından sabah 06.30’da kalkıp çocuklara kısır yaptım. O gün, o sınıfta bir avuç çocuk, annelerin gönderdiği börekleri ve kısırı paylaşırken oluşan hayat boşluğunda, gülüştüler, söyleştiler, bir süreliğine de olsa gerçek anda buluşup, bağlantıda kaldılar..