Siz boş verin siyaset dünyasında hoş geldiniz, güle güle” diyaloğuna. Zaten unutulup gitti.
“Hoş geldin,” ya da “Hoş geldiniz.” Ne güzel iki sözcük. Duyguların öylesine içten yansıması düşüyor ki bu sözcüklerin üzerine. Söylerken yüzünüzde gülümseme beliriyor. Şarkılar geliyor aklınıza. Elinizde olmadan melodileri, iç dünyanızın fıskiyeleri gibi dilinizden dökülüyor:
Tıpkı, Cansın Erol’un o iki sözcüğün anlamını içten yansıtışı ve o dizeleri Selahattin İçli’nin mahur makamında bestelediği gibi. Duygu ve musikinin sarmalında, sonsuz sevincin coşkusu:
“Hoş geldin gönül bahçeme bahar yüzlüm hoş geldin
Bak nasıl değişti renkler her taraf gonca doldu hoş geldin
Geceler boyu beklediğim yağmurla gelen
Seninle doldu en kuytu geceler her yer gülüyor sanki
Çok mutluyum inan ki yeniden hayat verdin hoş geldin
Bir yıldızdı istediğim karanlık geceme sazlım, sözlüm
Binlerce güneş verdin can verdin gönül verdin hoş geldin “
Bu kadar mı diyorsunuz. Hayır. Hemen bir başkası size yeni tebessüm ve canlılık getiriyor. “Hoş geldin elimize, şiir oldun dilimize…”
Geliniz “Hoş gelirdi cana bezm-i ülfetin” gibi eski şarkıları bir yana bırakalım da türkülere bir bakalım.
Şimdi nasıl aktarayım, ne diyeyim size: “Ayıptır söylemesi” mi diyeyim. Aman canım bu kadar saf, temiz, doğal anlatımın ayıbı, gayıbı mı olur? Hele hele söyleyen Karacaoğlan olursa:
“Seherde uğradım dostun köyüne
Hoş geldin sevdiğim in dedi bana
Tomurcuk memesin verdi ağzıma
Yorgunsun sevdiğim em dedi bana”
6 Ekim 1924 günü Kars’a konuk olan Büyük Önderimiz Atatürk için Karslılar, eski bir türkülerini uyarlamışlar. Uyarlamakla kalmamışlar onu oyunlaştırmışlar:
“Hoş gelişler ola Mustafa Kemal Paşa,
Askerin, milletin bayrağınla çok yaşa.
Arş arş ileri!
Marş ileri. Dönmez geri. Türk’ün askeri!
Sağdan sola, soldan sağa
Al da bayrağı düşman üstüne!…
……”
Bu güzel türküyü bir başkası izliyor. Radyonun radyo olduğu günlerde Yurttan Sesler programlarında dinlerdik. İçimizi kıpır kıpır ederdi Hüseyin Çırakman’ın türküsü:
“Arzu ederdiniz bir yol görmeye / Bugün bize hoş geldiniz erenler./ Muhabbet bağından güller dermeye / Bugün bize hoş geldiniz erenler.”
Hele bu türküde “Kemal Atatürk’ün aydın izinde / Bugün bize hoş geldiniz erenler.” diye iki mısra vardı ki, bizi konuk olmanın hoşluğuna, mutluluğuna taşırdı.
Konuk olmanın mutluluğu, dedim. Ne güzel mutluluktur, kimi zaman ikram ısrarları karşısında tüyden hafif sanırsınız kendinizi. Bilmem yanılıyor muyum?
Ya konuk etmenin mutluluğu? Hele gelen, güldükçe güller açan, ağladıkça inciler dökülen bu ülkenin çileli kadınlarıysa, Nazım Hikmet duygularını şöyle yazacaktır:
“Hoş geldin kadınım benim hoş geldin
yorulmuşsundur;
nasıl etsem de yıkasam ayacıklarını
ne gül suyum ne gümüş leğenim var,
susamışsındır;
buzlu şerbetim yok ki ikram edeyim
acıkmışsındır;
beyaz ketenli örtülü sofralar kuramam
memleket gibi yoksuldur odam.
Hoş geldin kadınım benim hoş geldin
ayağını bastın odama
kırk yıllık beton, çayır çimen şimdi
güldün,
güller açıldı penceremin demirlerinde
ağladın,
avuçlarıma döküldü inciler
gönlüm gibi zengin
hürriyet gibi aydınlık oldu odam...
Hoş geldin kadınım benim hoş geldin.
Hoş geldin ve bu sözün hoşluğunu, huzurunu, sevincini yaşamadan “güle güle”yi yapıştırmak. Galiba biz o güzelliği, geleneklerimizdeki konukseverliği kayıp ettik.
Bildiğiniz gibi Kaşgarlı Mahmut’un Divan-ı Lügat-it Türk’ü, en eski yazılı kaynaklarımızdan biridir. Bu eserin bir yerinde “Türkler bir misafir geldiğinde onu uğur ve devlet sayarlardı” denilmekte.