Fetih gerçekleşmiştir. Fatih Sultan Mehmet İstanbul’a Topkapı’sından 29 Mayıs Salı, bir rivayete göre de Çarşamba günü öğleye doğru ihtişamlı bir alayla girer. Şehrin büyük caddelerinden geçerek Ayasofya’ya doğru ilerler.

Kilisenin tunç kapıları önünde atından iner. Hemen secde-i şükrana kapanır. Yerden bir avuç toprak alarak başındaki tülbentin arasına serper. Saygılı ve ağır adımlarla bu ibadethanenin içine girer, iki rekat namaz kılar. Faruk Nafiz Çamlıbel’in “Fatih’e Kasidesi”nin iki ve üçünçü bölümlerinde söylediği gibi, artık yeni bir çağ başlamaktadır :

“...

Târih, o devirler devirip gelmiş olan pir,

Görmüşse de devler devi binlerce cihangir,

Der-hâtır eder bir seni Fatih denilince;

Bir sen bu cihan fâtihi beş kıt’a dilince..

Fethettiğin iklîme havârî gibi girdin;

Dünyâya o gün sen medenî fethi getirdin!

Çöktüyse hücûmunla birer dağ gibi sedler,

Çiğnenmedi at nalları altında cesedler;

Allah’a kavuştuysa ezan sesleri yerden,

Eksilmedi bir gün bile çanlar kulelerden

Bir köhne çağın hükmüne son verdiğin anda,

Hükmünle senin bir yeni çağ doğdu cihanda..

.....”

Şair Cengiz Alpay, “Fetih Günü Destanı”na, “Türklüğü tezyin için önce iman geliyor, / Sonra ışık halinde şerefle şan geliyor.” kıtasıyla başlıyor ve Ayasofya’ya gelişi mısra mısra işliyor :

“...

Yanında kumandanlar ordusuyla birlikte,

Çağ kapamış, çağ açmış Başkumandan geliyor.

Sağında Akşemseddin, Ayasofya önüne

Fatih Sultan Mehmed Han, büyük insan geliyor.

Beşyüz küsür yıl önce tuğrasını basarken

Ne Kudsî bir heyecan, sanki o an geliyor.”

Fatih, Bizanslılara hoşgörülü yaklaştı. Herkesin canından ve malından emin olacağını söyledi. Kente girişle, doğal olarak oluşan karışıklıkların giderilmesi, huzurun, dinginliğin sağlanması için uğraştı. Her tarafta güvenliği sağladıktan sonra, dördüncü gün görkemli bir alayla şehre girdi.

Ali Fuat Azgur’un mısralarındayız :

“Gökler eğilip dağlara “kimdir?” diye sordu,

Kimdir bu gelen, gözleri şimşekleniyordu...

Bir kır atın üstünde ufuklar gibi mağrur,

İstanbul’a kartalca bakan gözleri kordu...

Birdenbire enginlere şahlandı küheylân

Birdenbire gök kubbesi deryalara vurdu...

Yol vermek için Marmara deprendi yerinden,

Yol vermek için Fatih’e rüzgar bile durdu...

Tekbir sesi aksetmede heybetle semâda,

Bir yepyeni çağ açmada bir dev gibi ordu...

Kaç yüz senelik köhne Bizans can veriyordu,

Rabbim, bu ne kuvvet, bu ne kudret, bu ne zordu...”

İstanbul’un taşı toprağı bu ulu zaferin tanığıdır. Yahya Kemal, bu ulu rü’yayı gören Üsküdar’ı anlatır. “Hangi şehir görmüştür bizim İstanbul’u fethettiğimiz mutlu günü?” diye sorar ve buradan karşıya bakarak bize o günlere götürür :

“..

Gürlemiş Topkapı’dan bir yeni şiddetle daha

Şanlı nâmıyle “Büyük Top” denilen ejderha.

Sarfedilmiş nice kol kuvveti gündüz ve gece,

Karadan sevkedilen yüz gemi geçmiş Haliç’e;

Son günün cengi olurken, şafakmış o şafak,

Üsküdar, gözleri dolmuş, tepelerden bakarak,

Görmüş İstanbul’a yüz bin meleğin uçtuğunu;

Saklamış durmuş, asırlarca, hayalinde bunu.”

Büyük Fetih’in bir başka tanığı olan yer kuşkusuz ki Hisarlardır. Orhan Seyfi Orhon, Hisarların burcunda kendini cüce hissediyor. Sonra asırlar öncesine kanat açıyor :

“...

Onlar, /Kocaman tulgalı, heybetli, cesur insanlar, /Bu güzel memleketi, / bu mübarek vatanın uğurunda / Savaşıp ölmek için sevmişler! / Onlar, / Bu masal şehirde, / Bu hisarlarda, bu burçlarda, bu topraklar için / Dövüşen devmişler!”

İstanbul’un fethinin üzerinden beşbuçuk asır geçti. Aradan geçen bunca zamana rağmen değişmeyen bir gerçeği Mithat Cemal Kuntay dile getiriyor :

“...

Hala zafer hadisini söyler denizde su;

Korkunç ufukta dalgalanıp fethin ordusu.

Halâ, fezâda dağlar aşar beş ezan sesi;

Kayserlerin ezan dolu Konstantıniyyesi.

...”

YARINKİ YAZIMDA BİRAZ DA FATİH’İN İÇ DÜNYASINA BAKACAĞIM.