Ağaçlar öz ayarlarını yapıyorlar. Kışın geleceğini, hazırlıklı olmak gerektiğini bildiklerinden, kışı atlatana kadar yapraklarından ayrı kalmaya razı oluyorlar ve bir veda şöleni başlatıyorlar.

Ağacın, önündeki uzun kışı atlatıp ilkbaharda yepyeni sürgünler verebilmesi için daha fazla besleyemediği yapraklarıyla vedalaşıp, bunu yaparken de zayi olmaması için yapraktaki enerjisini geri emerek, cansız kalan parçasını bitki örtüsüne armağan etmesi gerekirmiş. Ağaç bunu bilirmiş. Bunun adı yaprak senesensi imiş. Yaprak senesensi; üretken dönemi sınırlandıran bir öz ayar mekanizmasıymış.

Biz de kışın geleceğini biliyoruz, geçirdiğimiz kışları ve yazları biliyoruz, yaşadığımız zorlukları biliyoruz ama öz ayarımızı yapamıyoruz. Çünkü bu, birey olarak yalnızca bize bağlı bir şey değil. Yaşanan büyük zorluklar, insanları maddi ve ruhsal anlamda dibe doğru iterken önlem almayı imkânsız hale getiriyor ve bunalım, hızla derin bir buhrana dönüşüyor.

Sonbahar, eylülünü göndermek üzere. Kendi aralarında vedalaşıyorlardır bu günlerde. Eylül mü gidiyor yoksa eylülün içinden geçip biz mi gidiyoruz, kim bilir?.

Kahvaltının mutlulukla bir ilişkisi var”, diyor şair, eylülün de hüzünle bir ilişkisi var sanırım. Yaprakların sararıp dökülmesi, muhtemelen başka kopuşları, bitişleri, ayrılıkları çağrıştırıyor bize. Ağaçlık ya da ormanlık bir alana eylülde yolunuz düşmüşse sarının ve kızılın bütün tonlarını içeren muhteşem, üç boyutlu bir tablonun içine girmişsiniz demektir. Tablonun içine girdiğiniz o andan itibaren de garip bir biçimde, sakin ve hüzünlü bir ruh haline geçersiniz. Bunun sebebini hiç düşündünüz mü? Bir ormanda kaç ağaç var? Kaç yaprak var ağacına veda edecek olan? Hepsinin ayrılığına kaç veda gerekir? Siz o tablonun içine girdiğinizde o kadar büyük bir veda faslının içine girerseniz ki, o büyük veda, o çok çok sayıda veda, siz anlamadan, sizi sarar, ruhunuza iner, içinizde, daha önce yaşadığınız bütün vedalaşma anlarıyla, kendi kayıplarınızla, kopuşlarınızla buluşur. Hüzün sanırım bu yüzden gelir bulur bizi. Çünkü, dedikleri gibi; “sen bütünden ayrı değilsin. Sen, güneşle toprakla, hava ile birsin. Senin bir hayatın yok, sen hayatın kendisisin.”

Öte yandan, hangi veda bu kadar zarif olabilir, bu denli duygu bahşedebilir?

Kopup dökülen yapraklar armağandır, değerli bir doğal kaynaktır, doğal gübredir. Doğada hiçbir şey israf edilmez. Dökülen yapraklar yağan yağmur ve karla birlikte mantarların ve bakterilerin yardımıyla çürüyerek toprağa karışır, azot kaynağı olarak toprağı besler, toprak da ağacı. Yani dalından kopsa da, yaprak ile ağaç arasındaki bağ asla kopmuyor. Uzaklara gönderdiğiniz evladınızla aranızdaki bağ nasıl kopmazsa, “sevgi bağıdır, can bağıdır “ kopmayan o bağın adı, ağaç ile yaprak arasındaki kopmayan bağ ise, sevgili topraktır.

Peki, ya bahar? Sürgünler, filizler, tomurcuklar, çiçekler yeniden selam durur hayata. Henüz yaprağı bile yokken, ağaçların kupkuru dallarından, meyve çiçeklerinin tomurcuklarını nasıl patlattığına hiç dikkat ettiniz mi? Sert bir kabuğu delip, çiçeğini “yeniden başlayan hayat” sıfatıyla doğaya sunuşunu, gönül gözünüzle seyrettiniz mi hiç? Bahar, yeniden hayat demek. “Bak kış bitti, yeşilleniyorum, çiçekleniyorum, yeniden türlü yemişler büyütüyorum sana” demektir. Bahar umuttur, bahar, hayatın sonsuzluğunun işaretidir, “hayat, yeniden hayat diye bağırır” bahar. Peki umut nedir? Umut yalnızca, bize iç erinci veren bir güven duygusu mudur? Sevdiğim bir yazar; “bir dilek, bir hayal değildir. Umut; karardır, bir karara azimle yürümektir.” diyor. Bahar, doğanın hayat kararıdır. Sonbahar ise, yeniden hayat için dinlenme ve içe dönme zamanıdır.

Eylül giderken, olumsuz ve kötü her şeyi de alıp götürse keşke. Seve seve vedalaşırdık üzüntüye ve sıkıntıya neden olan her şey ile. Eylülün bize bıraktığı duygu yalnızca, hüzün olsaydı keşke. Hüzün belli belirsiz incecik bir sızı gibidir. Zor günlerden geçerken, hepimizin hissettiği eminim ki sızıdan çok daha derin bir ağrı. Eylül giderken, ardından gelecek olan güzel yağmurlarla, iyilik ile güzellik ile umut ile gelse keşke..