Kimse bencileyin işsiz güçsüz kalmasın. Her ne kadar “Marifet iltifata tâbidir, müşterisiz meta zâyidir,” dense de, iltifatlarımız mum gibi eriye dursa da neylersin?

Günde iki saatimi gazete için, bir iki saati dergilere ve ilgili olduğum kültür sanat portallarının yazıları için ayırıyorum. Gözümün feri kaçmış, uykuyla küsülü fakirim. Eşimin izni olmasa da durumdan vazife çıkarır gibi ne kadar saçma sapan konu varsa, kendime uğraş ediniyorum. Ya da çocuk gibi bir şarkının türkünün ellerinden tutup, beni “addaa”lara götürmesini bekliyorum. Gidince, dönmek istemiyorum. Bugün “a” ve “o” harflerine takıldım. İkisi de kalın sesli harf. Biri boğazın uzaklarından geniş sınırsız, diğeri daha yakından açılıveriyor. Anlamca da yakın, diğere uzakları çağrıştırıyor.

Şimdi seçim ve karar zamanı. Aklınız, mantığınız, vicdanınız, geçmişiniz, geleceğiniz varken, bu işin asla falı olmamalı. Ama dışlanmışsanız, boş işsiz, güçsüz kalmışsınız, kendinizle şakalaşıyorsanız, işte size soru: “a” ve “o” iki ayrı kişi veya örgüt olsa, siz hangisinin peşine takılırsınız?

Siz “d” olsanız ve “a”nın arkasına düşseniz “ad” olursunuz. İsmi bir kenara koyup “o”ya eklenseniz, “od” olursunuz. Ateştir, dokunup yanmayasınız.

Diyelim ki siz “f” oldunuz. “a”nın ardına düşseniz “af” olursunuz. Affetmek büyüklüğün şanındandır. Ama “o”ya eklenirseniz “of” olursunuz. "Of, çok acıdı. Of, bundan kurtuluş yok mu?" diyesiniz gelmesin? “a”ya “k”yı eklerseniz “ak” olursunuz, fiil olarak akıp gidersiniz, renk olup aklanırsınız. Ama “o”nun peşine takılırsanız “ok” olup, düşmanın göğsüne da saplana bilirsiniz, aygıt olup kağnıyı kendi yönünüze döndürebilirsiniz.

Örneklere çoğaltmak mümkün: “al, ol”, “an-on, ar-or…” Kendi adınızdan bir narf alıp “a”nın veya “o”nun sonuna getirip, yorumlayın. Elbette fala inanmayın ama faldan da geri kalmayın.

Gazetecilikte ilk yıllarım. Şarkışla’da evlenmişim. Eşimin bir çeyiz sandığı, birkaç yatak yorgan var. Bütün eşyamız bu. Trenin furgonuna teslim ettik, yolculuk başladı.

Çok paraya ihtiyacım var. Gazetede asıl işimin dışında her boşluğa atlıyorum. Bulmaca yapıyorum. Bulmaca başı beş lira veriyorlar. Tefrika (roman) yazıyorum. İlk tefrikam, “Bir Avuç Toprak” 1960’lı yıllarda Sivas’da dağa çıkmış Kalınlı Bekir vardı. İdam edilirken iki kez ip kopmuştu. O zamanlar, dillerden düşmezdi. Onun hayatını yazmıştım. Tefrika başı yedi buçuk lira veriyorlardı. Murat Sertoğlu, Daniş Remzi, Zafer Sülek on lira alırlardı. Bir de fal yazıyordum. “gönül abla”ya, “dert kupu”ne gelen mektuplar her biri için ekstradan üç beş lira derken bir maaşa yakın ek gelirim olurdu. Uzun sözün kısası falcılık da yapmışlığım vardı. Gazetenin fal köşesini yazıyordum. Fal elbette yalan, her nabza şerbet vermeydi. “Yalandan kim ölmüş,” derler.

Tekrar “a” ile “o”ya döneyim. Adımın ilk harfi “a” olduğu için onu geçeyim. İkincisi “h”. “a”ya getirince “ah!” oluyor. “O”ya getirince “oh”. Oh, şıkır şıkır şarkıların, rahatlama ve zevkin nidası. “Oh!” diyecek gün gördüğüm söylenemez. Ne vefa görmüşlüğüm, ne sefa sürmüşlüğüm oldu. Ama “ah”ın da “vah”ın da, “eyvah”ın da özünü özümüzde harmanlamışımdır.

Zil zurna platonik aşkların zirvesinde yandığım delikanlılık yıllarımda Şükrü Tunar’ın uşşak şarkısının ahları içinde erir, içkiye aşinalığıma yelken açardım.

“…. Sevgimin meltemidir / Şimdi şu ruhumda esen, / Ah esen, ah esen… / Ah esen, ah esen… / Bir muhabbet kuşu da ben olurum, sev diye sen!”

Aşkın ilk göz ağrısı olur da şarkıların olmaz mı? İlk göz ağrımın göz ağrısı muhabbet kuşu oldu. Zaten beni benden alıp ideler alemine götürmüştür uşşak şarkılar. Öncesiz ve sonrasız aşıkların alemine. Bu günlerde son göz ağrım da yine bir uşşak şarkı oldu.

Nasibin Mehmet Yürü’nün şarkıları henüz ortaokul yıllarımda empati kaynağımdı: “Kederden mi neden bilmem sararmış reng-i ruhsârın..” Bir başkası: “Açmam açamam söyleyemem çünki derinde” diye başlıyordu. Daha o yaşlarda çekingen, acısını, sevgisini içinde gizleyen birisiydim.

Bu günlerde gizli gizli dinlediğim ve içindeki “ah”larla bütünleştiğim Nasibin Mehmet’in uşak şarkısını size söyleyeyim ama, siz kimseye ispiyonlamayın:

Her günüm mazide kalmış günlerimden gün arar

Bir ümitsiz derde düştüm ağlarım bağrım yanar

Gördüğüm rüya değil dilde mihnet hânedir

Bir perişan bülbülüm ki konduğum güller kanar

Eskiden Muazzez Abacı’nın sesinden dinlerdim. Ama son günlerde İlkay Armen’den dinliyorum. Sosyal medyadan siz de dinleyebilirsiniz.