İki gece önce, bir yazarın hayatını anlatan bir film seyrettim. Filmin adı “The Words.” Yazar olmak için çabalayan, yazdıkları basılmaya değer görülmeyen başarısız bir yazar, eski bir çanta içinde, kağıtlara yazılmış bir roman bulur.
Kendisi yazmış gibi bu romanı sahiplenir, çalıştığı yayınevine verir, kitap çok beğenilir, basılır. Gerçek yazarının, kaybettiği bu eserle, Rory, kahramanımızın adı bu, ünlü olur. Seyretmek isteyenler olabilir düşüncesiyle, iyi bulduğum, bu filmle ilgili daha fazla ayrıntıya girmeyeceğim. Bu haftanın yazı konusunu seçmemde yönlendirici bir etkisi olması sebebiyle filmden de söz etmek istedim.
Dinleme, konuşma, okuma ve yazma. Yazma, dört temel dil becerisinden biridir. Yazının icadı insanlık tarihinin en büyük sıçraması olarak kabul edilir. Yazmak kayıt altına almaktır. İnsan ölümlüdür, yazı ölümsüzdür. Ya da Cemil Meriç’in sözüyle; Ruh, yazının icadından beri ölümsüz.
Yazı ve yazmak üzerine olsun bugün sözümüz. Yazı düşünceyi tespit eder, düşüncenin derinleşmesini sağlar, bu anlamda düşünsel çalışmaya “söz”den daha çok yardım eder. Düşünme, söz üzerinde, durmakla olanaklıdır. Konuşmada fikir her an uçar. Yazı, düşünceyi, geçmişi, kültürel mirası başka mekânlara ve zamanlara taşır. Yazı sonsuzluğa giden araçtır.
İnsan nasıl yazar?
“Ferhan Şensoy Haldun Taner’in nasıl yazdığını anlatıyor: Haldun Taner’den öğrendiğim bir şey var “Ben her gün 20 sayfa yazarım oğlum” dedi bana. “Nasıl Hocam, 20 sayfa çok ciddi.”, “Sabah 6’da kalkarım. Daktiloyu balkona atarım. -Kadıköy Moda’da otururdu- 20 sayfa yazarım. “Yani aklınıza bir şey gelmezse ne yapıyorsunuz? Öyle bir durum olmuyor mu?” “Hayır!” dedi, “Aklıma bir şey gelmeyebilir. Gördüğümü yazarım. 6 buçuk vapuru 5 dakika geç geçti. Martılar uçtu. Manzarayı yazarım. Çocukları alacak okul minibüsü geldi. Bu 20 sayfanın hepsini kullanmak zorunda değilsin. Belki bir gün bir işe yarar içinden bir paragraf alırsın, atabilirsin. Ama nasıl bir marangoz dükkanını açıp, sabahleyin çalışmaya başlıyor, sen de yazar olarak dükkanını açıp çalışacaksın. Her gün yazacaksın” ondan öğrendiğim bir disiplindir. Sonra Haldun Beyin bana “ben onları atarım” dediği Boğaz’a bakarken yazdığı notlardan “Yalıda Sabah” isimli çok önemli bir öyküsü çıktı, atmayı düşündüğü 20 sayfalardan. İşin buysa oturup yazacaksın. Bana ilham geldi, ilham birazdan gelecekmiş, ilham bugün gecikecekmiş, e-mail attı gibi bir şey yok.”
Klasik bilgidir, yazmak; iyi bir okuyucu olmayı gerektirir. Her okur yazmaz ama her yazar, iyi bir okurdur. Peki, insan neden yazar? “Bir kitap yazmak korkunç, yorucu bir mücadeledir, tıpkı bazı acı dolu hastalıklarla uzun süre mücadele etmek gibidir. Karşı koyamayacakları veya anlayamayacakları bir iblis tarafından ele geçirilmedikçe kimse bunun nasıl bir şey olduğunu anlayamaz.” George Orwell’in bu sözünü biliyordum ama en çok Şule Öncü’nün “insan neden yazar?” sorusuna verdiği yanıttan etkilendim. Üstelik, Öncü’nün yanıtı, George Orwell’in sözlerine de derinlemesine açıklık getiriyordu.
Şule Öncü, yazmak; “bedeli, yazıya tutsaklıkla ödenen bir özgürleşme sürecidir.” diyor ve “insan neden yazar?” sorusunu daha çarpıcı bir ifadeyle; “insan kendine bunu neden yapar?”diyerek soruyor, sonra da tüm içtenliğiyle anlatıyor; “On dört yıl olmuş yazmaya başlayalı. İlk romanımı yazmak için “kapandığım” iki yıl dışında yazıyla ilişkim zor da olsa yaşamla birlikte yürüdü. Ama o iki yıl… Kendimi bir odaya kapattığım, sadece kızımı ve en yakınlarımı görerek, mecbur olmadıkça seyahat etmeden, yeni insanlar tanımadan yaşanan o iki yıl… Geçenlerde çok sevdiğim bir dostum o dönemle ilgili duygusunu paylaşırken; “Metris’te tutuklu bir yakınımı ziyaret eder gibi gelirdim sana. Temiz çamaşırla tütün getiresim gelirdi” deyince roman yazan kendime dışarıdan bir kez daha dönüp baktım. Gönüllü bir oda hapsindeydim, doğru. Kendimi öyle hissetmesem de tutukluydum.
“Niye yazıyorum?” sorusunu çok sordum kendime. Yolu yazıdan, yazıya tutuklu olmaktan geçen herkes sormuştur. Beni bir masanın başında, uykusuz geceler, yorgun günler boyunca, bilgisayarımın mavi ışığı karşısında tutan neydi? Kimsenin talep etmediği bir şeyi niye yapıyordum? Lacan’ın aşkı tarif ederken kurduğu cümleyi yazıyla ilişkim için de kurabilirim belki; aslında sahip olmadığım bir şeyi, onu benden istemeyen birilerine vermeye, insanlık siciline eklemeye niye çabalıyordum? Hangi duygu tutuyordu beni yazının içinde, yazı hücresinde? Yaşamayı bir kenara bırakmak pahasına yazdığım o dönemde de, şimdi de, bu soruya verebildiğim en samimi, en merkezi cevap; sorumluluk duygusu. Kendime ve belki de dünyaya olan borcumla ilgili bir sorumluluk. Yazının içinde özgünlüğümü ararken, özgürlüğümü benliğime indiriyordum. Bu yüzden de tutuklu ya da yanlış yolda hissetmiyordum. Değil mi ki özgürlük, tersten okunduğunda sorumluluk demekti ve duygu her zaman haklıydı, cevabımda yanılıyor olamazdım. Yine de bu cevabı sorguladığım dönemler oldu. Yazmamı haklı göstermek için uydurduğum bir bahane olduğunu düşündüğüm zamanlar. Sezgilerime güvenimin azaldığı zamanlar. Belki de bütün yaptığım kaçıştı ve bunu neredeyse kutsal bir amaca bağlayıp kendime sorumluluk olarak servis ediyordum. Yaşamdan kaçmanın suçluluğunun üstesinden böyle geliyordum belki; hayali bir borç yaratıp onu ödemeye çalışmakla.
Sakar, hoyrat, adaletsiz, acımasız bir dünyadan kaçıp yazıya sığınmak, zihinde yaratılan alternatif bir dünyanın tanrısı olmak, yat deyince yatan, kalk deyince kalkan, öl deyince ölen yaratıkları olması insanın, onları yürütmek, koşturmak, konuşturmak… Kulağa pek de kötü gelmiyor. ‘Neden yazıyorum’un cevabı haz arayışı da olabilirdi, zora gelememek de, kontrol takıntısı da, mükemmeliyetçilik de, kabul ve onay ihtiyacı da, sevgi açlığı da… Sorumluluk, bunlardan birinin ya da birkaçının kılıfı olabilirdi pekala. Bu şüpheye düştüğümde, içimdeki sahtekar alarmını susturup sorumluluk teorimi haklı çıkarana kadar şüphemle güreşirdim. Yorgun düşüp güreşmeyi bıraktığımda, sezgilerim geri döner, şüphesiz ve katıksız bir sorumluluk duygusuyla başlardım yine yazmaya. Yazı beni yaşamın dışına fırlatıp, benliğimin orta yerine düşürmüştü. Ve orada yapılacak işler vardı; kendimi anlamak, insanı anlamak, hayatı anlamlandırmak adına. Çünkü bir şeyden özgürleşmek için o şeyi hazmetmek gerek…”