Bayramiç’te dondurmacının önündeki boş masalardan birine oturmuştuk. Yorgunduk ama keyfimiz yerindeydi. Dondurmalarımızı yerken bir yandan söyleşiyor bir yandan çevreyi izliyorduk.

Az ötede bir ev dikkatimizi çekti. Güzel, geniş cepheli, çok eski, yalnız, hüzünlü bir evdi. Kendisine dikkatle bakmayanlar için orada öylece duran eski bir evdi. Bakıp, görmeye ve anlamaya çalıştıkça sessiz iletişimin gücüyle ev konuşmaya başladı. Bir müddet onu dinledim. Ne zamandır orada olduğunu, içinde yıllarca kimlerin nasıl bir hayat yaşadığını şimdiyse böyle yapayalnız kalmanın hüznünün nasıl bir şey olduğunu anlatıyordu. Ne bir çocuk sesi, ne bir tabak tıkırtısı kalmıştı artık. Devri kapanan hayatları bir vakitler çatısı altında barındırmıştı. Artık boştu, orada öylece amaçsız kalmıştı. Ruhun bedenden ayrıldığı gibi, bir zamanlar içindeki hayattan ruh bulmuş olan ev de ruhunu yitirmişti ama kendisini gerçekten görüp bakanlara geçmişini ve hikâyesini anlatmaya çalışıyordu.

Günlerden salıydı. Bayramiç’te oluşuma şaşırıyordum. Kendimi bir anda burada bulmuşum gibi geliyordu. Oysa daha iki gün önce büyük bir telaşın içindeydim. Aylardır süren hazırlıklar tamamlanmıştı. Büyük gün gelmiş, cumartesi gecesi oğlumuzun düğününü yapmıştık. Devirlerinin başlangıcında olan genç evlatlarımızın aile birliği kurulmuş, yeni yuvalarında yeni hayatlarına ilk adımı atmışlardı. Henüz, konuşmayı bilmeyen eşyaları ve evleri onları bekliyordu. Henüz üstlerinde ne bir el izi oluşmuştu, ne de bir anı birikmişti. Birlikte yaşaya yaşaya, dinleye dinleye öğrenecekti eşyalar da konuşmayı.. Yıllar geçecek eşyalar da kendilerine dokunan hayatlardan ruh kazanacak, anlam bulacaktı.  

İnce ince planlanmış bir yolculuk değildi bizimki. Akışı yönetemediğimiz, akışın bizi yönettiği bir anda  kendimizi yolda bulmuştuk. Böyle zamanlarda olacak olanların olduğunu, nasip meselesini, ensemdeki kutsal soluğu daha bir duyumsarım hafiften içim ürperir.

Abimin evinin girişinde annemin halısı karşıladı beni. Hikayesi ve geçmişi olan eşya konuşuyor sevgili dostlar. İnsanların devri kapandığında yalnızca arkalarında bıraktıkları çocuklarının değil, eşyalarının, evlerinin de boynu bükük kalıyor. Uzun bir müddet direnmişti abim, boşaltmak istememişti annemlerin evini. Eninde sonunda vakti saati geldi, eşyayı boşalttık. Koltuklar kamyonete konulurken pencereden baktım, üzgündüm, yine sessiz derin bir iletişim vardı eşyayla aramda. Yerdeki halı, anında beni annemin evine, çağrışımlarla eşyaların evden gittiği âna götürmüştü.

Bayramiç’te mutfak tezgahında çocukluğumdan beri bildiğim bıçağı gördüm. Hazırladığım sandviçi koymak için dolaptan bir tabak indirdim o da annemin tabağıydı. Kahve fincanları da onların hayatından yadigârdı. Hepsi ayrı ayrı bir şeyler söyledi bana, artık bizimle olmayan annemin babamın yerine. Sadece dinleyebildim eşyanın anlattığını, dillendiremedim anlattıklarını. Sessizce içime attım. Annemin babamın devri bitmişti. Kıyamadığımız eşyalarının kimi bende kimi ablamda kimi abimdeydi. Annemle babam uzun zamandır sustuklarını, eşyaları aracılığıyla anlatmaya devam ediyorlardı. Ve biz hepimiz hikâyenin ortak tanıkları, o hikâye sayesinde ve hikâyenin parçası olduğumuz için, eşyanın anlattıklarını duyabiliyorduk.

Onlar gideli epey zaman oldu ama sanki uzaklardan bizi izliyorlar, sanki olan bitenden haberdarlar. Bizim bir Aysel teyzemiz var.  Annemin hayattayken çok sevdiği, bizim halen çok sevdiğimiz Aysel teyzemiz. Uzun zamandır annem ara ara Aysel teyzenin rüyasına giriyor. Oğlumun düğününden önce gördüğü rüya şöyle; Aysel teyze bankta oturuyor. Annem yarı telaş, yarı heyecan geliyor. Aysel teyze ‘bacım, nereye gidiyorsun?’ diyor. ‘Düğünümüz var Aysel hanım’ diyor annem. ‘Ama sen hastasın gelemezsin, eteğini aç da sana çerez vereyim.’ diyor. Aysel teyze eteğini açıyor, annem iki avuç çerez atıyor eteğine, ‘kal sağlıcakla’ diyor gidiyor. Aysel teyze bu rüyayı bana anlattığında; annemin düğünden haberi var diye düşündüm. Sanki çok uzaklardan bizi izliyor, sevincimizi heyecanımızı paylaşıyor.

Çocuklarımız henüz dört günlük evliyken, Bayramiç’te abimin evinde herkes uykudayken yazıyorum bu yazıyı. Biraz önce yağmur yağdı. Kaz dağlarının mis gibi havasına, mis gibi bir de toprak kokusu karıştı. Birazdan yazı bitecek, kalkıp çay suyu koyacağım. Eşyaya dokunacağım, uyananlar mutfaktan gelen tıkırtıları duyacak. Çayın demlenmiş kokusuna kızarmış ekmek kokusu karışacak. Sonra annemin fincanıyla bir kahve içeceğim, bana kim bilir neler anlatacak…